Cumartesi, Aralık 21, 2024
MakalelerSeçtiklerimiz

Freelance Çalışan Örgütlenebilir Mi? / Suphi Nejat Ağırnaslı

İş piyasası giderek güvencesiz ve esnek çalışma koşulları üzerinden şekilleniyor. Özellikle hizmet sektörünün belli alanlarında genç çalışanların azımsanmayacak bir kısmı dışarıdan şirketlere parça başı işler yapıyor; kurumsal şirketler giderek “outsourcing” denilen süreç çerçevesinde çeşitli mal ve hizmetleri kurumsal bünyelerinin dışından tedarik ediyor.

Geleneksel sendikalar bu koşullar altında geçimini sağlayan “freelance çalışanları” örgütleyecek açılımlardan mahrum, bu koşullar altında çalışan insanlar ise her türlü sosyal güvenceden yoksun; sürekli bir biçimde iş almalarının bir garantisi yok ve işlerin sürekliliği daha çok kişisel bağlantılara terk edilmiş durumda.

Taşeron şirketlerin ve özel istihdam bürolarının arttığı bu zamanlarda iş piyasasının esnekleşmesi, farklı bir çalışanlar örgütlenmesinin olanaklarını da beraberinde getiriyor olabilir.

Özellikle bilişim teknolojilerinin gelişimi üretim araçlarını ve üretici faaliyetleri oldukça çeşitlendirdi. Bizzat üretim aracıyla üretici arasındaki ilişkiyi hem “demokratikleştirdi” hem de oldukça bireysel bir düzleme çekti (ki, birey demokrasinin kurgusal varsayımı olsa gerek).

Kapitalizmin esnek bir birikim modelini benimsemesi ve sürekli personel istihdam etmenin getirdiği yükümlükler karşısında şirketlerin dışarıya iş vermesi ve iş akışını parçalı kılması gibi bir eğilim son yirmi yılda çok hızlı bir biçimde -özellikle hizmet ve hizmet benzeri sektörlerde- yaygınlaştı.

Devletin vergi politikaları da bu piyasayı yasal anlamda oldukça “gri” bir alana çekti.  Bunu sadece “neoliberalizmin dalga dalga gelen azgın saldırıları” şeklinde okumamakta fayda var. Zira, yeni esnek çalışma biçimlerini işyerindeki iktidar ilişkileri ve iş saatlerine karşı aynı zamanda bir direniş olarak okumak da mümkün.

Yani, Negri ve Hardt’ın yaptığı üzere, sermayenin yeni bir iş rejimi kurmasında sadece benimsediği birikim modelini görmekle yetinmeyip bunu aynı zamanda 68’den bu yana iktidar ilişkilerinin direnç tarafından değiştirilmesi olarak da okumak makul görünüyor.

Dolayısıyla bir kestaneciyle evden çalışan bir grafiker pek de “farklı dünyaların insanları” olmayabilir. Özellikle de Türkiye gibi ülkelerde kapitalist ilişkilerin sürekli soykırım/yıkımlar/vergiler ve siyasi/ekonomik krizleriyle, yani egemenin düzen tesis etme krizlerinin açığa çıkardığı farklı unsurların karşılaşmasıyla kurulduğunu farz edersek, “iş disiplini” ve “proletaryanın yaratılması için nüfus kesimlerinin mülksüzleşmesi” gibi süreçlerin belli direnç ve direniş ile karşılaştığını teslim edersek başka bir manzara açığa çıkıyor.

Başta mesele bundan ibaret değil gibi görünse de, bunlar hep sonradan bakıldığında “mülksüzleşme” olarak okunabilir.

Ayrıca, Türkiye’de ufak toprak sahipliğinin ve küçük üreticiliğin belli tarihsel izdüşümleri/alışkanlıkları da beraberinde getirmiş olabileceği düşünülebilir. Proleterleşme ona yönelik dirençler vasıtasıyla başka emek biçimleri üretiyor ki, daha özgür olmasa da (birer sosyal ilişki olarak küçük mülk veya olanak sahipliği üzerinden)  daha özerk bir biçimde kapitalist üretime katılım sağlanabiliyor.

Burada mesele insanların işleriyle kurmuş oldukları ilişkinin “dünya üzerinde bir eyleyişte bulunmak mı” olduğu yoksa sadece servet dağılımından pay kapmanın ve bu basamaklarda yükselmeye çalışmanın bir aracı olup olmadığıdır.

Bu esnek çalışma biçimlerinin her biri sektörel ve spesifik olarak değişiklik arz etse de aslında birer sosyal ilişki ve iş kovalama zanaatine dönüşmüşe benziyor. Yani çalışanın yaptığı işin ve özerkliğinin hüviyetinin ne denli zanaatkarlığa benzediği tartışmalı olsa da en azından iş kovalamak noktasında bir ilişki nakkaşı gibidir.

Tabloyu çok mu pembe çizdik? Kapitalizmde “özerk” olmak “özgür” olmakla kolayca karıştırılabilir, zira ikisi de “müstakil” olma ve “ben” olma çağrışımlarıyla bezenmiştir.

Ufak taşeron şirketlerde çalışmış ve sonra kendi taşeronunu kuranlar (ki, bunlar artık sadece kendi patronları olmak istemenin ötesinde artık başkalarının da patronu oluyor), ev ofisleri, freelance çalışma biçimleri bunları yürüten ve yöneten (bazen bir şirket olarak kendisini yöneten) insanlara hem özerk bir hareket alanı açıyor hem de ciddi anlamda işin devamlılığı ve işin karşılığını alma hatta kimi sosyal güvenceler konusunda sıkıntı yaratabiliyor.

Üstelik bahsi geçen emek biçimleri getirileri bakımından eşit değil. Bir iş için 10000 TL alan 3D’de tekstür yapan bir grafikerle Yalova Tersanelerindeki ufak/büyük bir taşeron arasında, bir buçuk ayda çevirdiği üç yüz sayfalık kitabın karşılığında 2000 TL alan çevirmen ile bir web-sitesi yaparak iş başına 1000-5000 TL alan web tasarımcı arasında bu işi algılama biçimi bakımından bile fark var.

Ancak, özellikle bu işin ‘sefilleri’ bakımından şu soruyu sorabiliriz. Biz şirketlerde pek çalışmaya sıcak bakmıyoruz veya hakikaten iş bulamıyoruz. Gerçekten de zamanımızı bir yere kadar kendi başımıza planlayabilmek ve uğradığımız tahakküm düzeyini asgariye indirmek iyi, hoş ve güzel. Ama bu işlerin geri dönüşü ve sürekliliği zor oluyor, toplumsal ilişkiler kurabileceğimiz bağlamlar işimizin dışında kalıyor ve büyük oranda güvencelerden yoksunuz.

Peki, freelance/esnek çalışma biçimlerini bir direnç biçimi olarak okuyabiliyorsak bunu bir direnişe çevirmek mümkün mü? Tekil tekil olarak sermayenin elinden koparmaya çalıştığımız geçim alanlarını bir ortaklığa, bir müşterekliğe dönüştürebilir miyiz?

Sadece bir hayal kuralım: Bir sendika hayal edelim, sendika olmasın; bir kooperatif/kolektif hayal edelim sadece ekonomik bir paylaşım olmasın; dışı şirket ama içi ortak zenginliğimiz olan alanlar düşünelim ama şirket olmasın. Nasıl mı?

Öncelikli olarak tıpkı TMMOB gibi kuruluşların yaptığı üzere freelance çalışanların “sefil” kesimleri sektörel bazda deneyim alışverişi/eğitişim ve iş paslama/paylaşma için mail grubundan ibaret olmayan bir alan yaratabilir. Bunun da ötesinde belki de daha esnek bir biçimde örgütlenmiş ve şirketlerin karşısına profesyonel bir intiba uyandıran şirketler/kolektifler kurulabilir ve bunlar iç işleyişlerinde aslında bir kooperatif olarak çalışabilir.

Anti-kapitalist bir kooperatifler/kolektifler konfederasyonu çatısı altında freelance çalışanlar örgütlenebilir. Bu örgütlülük, iş kollarına göre (grafikerlik, yazılımcılık, temizcilik, çevirmenlik vs.) kooperatif şeklinde işletilen birer “taşeron şirket/istihdam veya proje ajansı” şeklinde çeşitli kurumsal şirketlerle iş bağlayabilir ve kolektif olarak işler alabilir. Böylesine bir kolektif yapı, piyasada iş yapılacak şirketlere dair geniş bir havuz oluşturmaya ve dolayısıyla işin sürekliliğini sağlamaya muktedir olabilir -en azından bir bireye göre daha avantajlı olabileceği durumlar söz konusu olabilir. Tüm aktif çalışanların bu taşeron şirket/istihdam ajansı tarafından SGK kaydı yapılabilir ve elde edilen kar (sendikal kesintiler çıkarıldıktan sonra) alınan proje bazında eşit bir biçimde pay edilebilir.

Maalesef Türkiye’de yetmişli yıllardan sonra sendikalar ve kooperatifler epey bir bürokratı zengin etti. Jet Fadıl ve Titan veya Osmanlı Turalı üretilemeyen ilk Türk otomobili hatta bir sürü yapılmayan inşaat çok eskilerde kalmadı. Ama cemaat ve kooperatif örgütlenmeleri bize Türkiye’de “kolektif sermaye birikimlerine” dair bir eğilimin var olmuş olduğunu gösteriyor ki, yıpratılan bu güveni daha komünist bir zeminde ve başka bir düzlemde belki örgütlemek mümkündür.

Hayale devam: Konfederasyon merkezi olarak üyeleri arasında anti-kapitalist ve paylaşımcı pratikler örmek, siyasi/sosyal bir mücadele vermekle mükellefken, bu konfederasyonun bileşeni olan kooperatifler piyasada birer “taşeron”, “hizmet sağlayıcı” veya “ajans” gibi çalışabilir.

Freelance çalışanlar kendi emek arzlarının fiyatını belirlemekte zorluk çekerken, kolektif karar alma süreçleriyle işleyen bu kooperatifler sundukları işin fiyatına dair bir “toplu pazarlık” yapma şansına sahip olabilir.

Bir aralar (sanırım) Memur-Sen’in Ankara’da yaptığı gibi kimi yerlerle üyeleri için toplu indirim pazarlıkları yapabilir. Yer yer kadın çalışanlar için dayanışma temelli kreş veya sakat arkadaşlar için kimi pratikler geliştirilebilir.

Konfederasyon hem mevcut iş koşullarına karşı genel bir siyasi mücadele verirken altındaki kooperatifler üzerinden üyelerinin geçimlerini, iş sürekliliğini ve sosyal güvencelerini koruyabilir, kolektif hayatların kurulması için mütevazı adımlar atabilir. Bu süreç içerisinde hem sektörel düzeyde üyeler özel mesleki eğitim çalışmaları ve kendilerini geliştirmek için atölyeler düzenleyebilir, hem de bizzat bu kolektif pratikten hareketle, konfederasyona anti-kapitalist bir ruh katmak ve bu yapılanmayı bir “hayır işi” olmaktan çıkarmak için özel siyasi/sosyal yaklaşımla böylesine bir yapı kurulabilir. Cemaatlerin ve STK’ların para/hizmet dağıtma pratiğine karşı ortak bir yaşam örme tavrı üzerinden komünizm ufacık bir çağrışım olarak da olsa tadılabilir.

Burada önerilen şey bir Owencilik değil, hatta “kapitalizm böyle yıkılır” demek hiç değil, sadece tıpkı sendikalar gibi, yeni emek biçimlerine dair kolektif bir mücadele ve yaşam alanı geliştirme hayalidir. Yani mesele “kızıl siyasi üsler” kurmak kadar iddialı değil ama neden ona dönüşmesin? Bu konuda en çok da tartışma yapabilecek birkaç yer varmış gibi görünüyor: İlk etapta ÇEVBİR ve Alternatif Bilişimciler Derneği öte yandan da Ataması Yapılamayan Öğretmenler böylesine bir tartışmanın tarafları olabilir.

Hayal özetle şu: Kendisini anti-kapitalist bir siyasi pozisyonda pratik varoluşuyla ve siyasi angajmanıyla konumlandıran ve bu doğrultuda aslında siyasi de bir mücadele yürüten, yapılan işi kendi içindeki eğitimlerle zanaat haline getirmeye çalışan, üyelerinin hayatını dönüştürerek siyasallaştıran, ilk etapta dilini değil hayattaki tavrını komünistçe kurmaya çalışan ve dünyanın bu örgütlenmeden ibaret olmadığını vurgulayan, bu vurguyu da örgütleyen mütevazi olmanın sınırlarını zorlayan bir adım…