Keskin Çelişki – Umut Abalay
Kendi ellerimizle yarattığımız sermayenin karşımıza dikilmesi, teoride giderek keskinleşen bir çelişkiye dayanmakla birlikte bu çelişkinin ayırdına varmak daha önce günümüzde olduğu kadar kolay olmamıştı.
Kolaylıktan kastımız nedir ve demek istiyoruz? Sermaye nasıl olur da onu yaratanın karşına dikilir ve bunun sonuçları nelerdir? Gelin birlikte sistematik bir şekilde kısaca inceleyelim.
Kapitalist ekonomi modelinde üretici güç -üretim araç gereçleri de tali nitelikte dahil olmakla birlikte- işçilerdir. İşçiler emek gücünü satarak çalışmasının karşılığında işverenden ücret alır. Ne var ki bu ücret çalışırken ürettiği değere karşılık gelmediğinden, aradaki miktar artı değer olarak işverenin sermayesinde toplanmaktadır. Kaba bir örnekle; her biri günde 10 metrekare duvar ören tuğla işçilerinin, bu duvarın alçı-boya işlerini yapan boyacı işçilerin, zemine parke yerleştiren işçilerin ve diğer ev inşa aşamalarında işçi olarak çalışan bütün kişilerin yarattığı değerle (evin satış fiyatıyla) aldıkları ücret arasındaki fark müteahhitin özel mülkiyetine dahil olur. Dolayısıyla işçinin emeği, işverenin mülkünde sermaye (ev) biçiminde nesneleşerek işverenin tasarrufunda olmuştur artık. Bu saatten sonra işçinin ürettiği ürünle herhangi bir temas kurması ancak işverenden emek gücüne karşılık aldığı ücretle o ürünü satın almak olabilir -ki bu da tüketim/alışveriş demektir (tüketim kapitalizmin can suyudur), ancak verdiğimiz örneğe göre işçilerin inşa ettikleri evden bir daireyi, aldıkları ücreti biriktirerek satın almaları genellikle[1] imkan dahilinde değildir.
Burada artık işçinin ürettiği ürüne, dolayısıyla kendi emeğine yabancılaşması gündeme gelir. Bu yabancılaşmanın maddi hayatta birçok görünümü olmakla birlikte meselenin özü şöyledir: ”Emeğin gerçekleşmesi gerçekliğin öylesine bir yok oluşudur ki, işçi açlıktan ölme derecesinde yitirir gerçekliği. Nesneleşme öylesine nesnenin yok oluşudur ki işçi, yalnız yaşaması için değil, çalışması için de çok gerekli olan nesnelerden bile soyulur. Emek, çalışma, artık işçinin ancak pek büyük çabalar harcayarak ve iyice düzensiz kesintilerle ele geçirebildiği bir şey olmuştur. Nesneye sahip olmak öylesine bir yabancılaşma olmuştur ki işçi ne kadar fazla nesne üretirse kendisi o kadar azına sahip olabilir ve kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına o kadar girer.”[2]
İnsan varlığının en temel koşulu olan emeğe[3] yabancılaşmanın toplumsal yaşamdaki karşılığı yalnızca işçide vuku bulmaz. Şöyle ki; her ne kadar mülk sahibi olmalarıyla işçi sınıfından ayrılsalar da ücret karşılığında çalıştıkları için kapitalizmin gelişim çizgisi gereği işçi sınıfına itilen küçük burjuvalar yani orta sınıf da vaki yabancılaşmadan payına düşeni alacaktır. Marks’ın belirttiği “kendi ürününün” egemenliği altına girme süreci, sermadarın yalnızca maddi yaşam koşullarına egemen olmasıyla sınırlı değildir. Hâlihazırda yalnızca emek-sermaye çelişkisiyle maddi yaşam koşulları günden güne zorlaşan işçi, bir de sermayenin kendi lehine yürüttüğü propagandalara maruz kalır. Bu propaganda hayatın her alanına yayılmış, maruz kalanlar ise “hayatın başka türlü yaşanamayacağı” düşüncesiyle kuşatılmıştır. Toplumda ve dolayısıyla bireyde biriken bir gizilgüç her daim mevcut olsa da sistemsel krizlere olan kayıtsızlığın sebeplerinden biri de kapitalizmin bireyin zihnini ele geçirme uğraşıdır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde ekonomik krizler, politik çıkmazlar, uluslararası mülteci sorunları mevcuttur fakat toplumsal yaşama hâkim olan tasavvur, zihni deformasyon sayesinde nihayetinde düzenin sürdürülmesinden yanadır; gündemdeki mülteci sorununa göz attığımızda çelişkinin ne kadar açık olduğunu fakat hâkim iradenin çeşitli entrikalarla[4] bunu sönümlendirdiğini görüyoruz: İnsanların yurtlarından savaş ve sair yaşam tehlikeleri sebebiyle kaçıp başka ülkelerde yaşama tutulma sebebi emperyalizmle (ve onun talancı gayeleriyle) açıklanmak yerine, milliyetçi duygular körüklenerek suç mültecilere (dolayısıyla şahsiliğe) indirgenmektedir. Ancak her şeye rağmen mevcut zihni deformasyon ve emek-sermaye çelişkisi, yaygınlaşan kitle iletişim araçları sayesinde geçmişe kıyasla daha görünür hâldedir. Tam da burada özetleyerek konuyu yazının başında belirttiğimiz hususa bağlayacak olursak; üretici güçlerle mevcut üretim ilişkisi arasındaki çelişkiyi ve bu çelişkinin başta yabancılaşma olmak üzere zihni deformasyon gibi diğer sonuçlarını da görme açısından bugün oldukça geniş imkanlara sahibiz.
Şöyle ki; sosyal medyanın birçok olumsuz yanı vurgulanabilir, insan ilişkilerindeki dejenerasyonu üzerine sayfalarca tartışma yürütülebilir fakat hayatını ücretle idame ettiren kişinin, emeğiyle zengin ettiği sermayedarla teması bugünün teknolojik dünyasında daha kolaydır. Bahsini ettiğimiz temas şu şekilde bir varsayımla vuku bulabilir: Günde 8-10 saat zor koşullarda çalışan ücretli işçiyi düşünelim (burada işin niteliğinden ziyade çalışma koşulları ve ücret önemlidir). İşçinin yarattığı artı değere sahip olan patron (işveren), son model arabasının fotoğrafını sosyal medya hesabında paylaşır, patronunu takip eden işçi için fotoğraftaki nesne, emeğinin nesneleşmiş halidir. Tabii ki bu varsayım bilinçli bir bakış açısının ürünüdür. İşçinin emeğiyle işverenin serveti karşılaşması, içerisinde birçok rıza, arzu ve korku mekanizmasını barındırdığından işçi ya da küçük burjuva, mahut fotoğrafı gördüğü esnada sistemdeki çelişkinin bilgisinden muaftır. Sözünü ettiğimiz arzu mekanizmasını E.Bloch pek isabetli tarif etmiştir: “”Bir kadın vitrinin önünde durup güderi tokalı kertenkele derisi ayakkabıya bakar, bir adam geçip giderken kadına bakar, her ikisi de arzuladıkları dünyadan birer parça almış olurlar böylece. Mutluluk yeterince vardır dünyada, yalnızca benim için değildir: her yerde dolanıp duran arzu böyle söyler kendi kendine. Tabii böylelikle, bu dünyayı değiştirmeyi değil de ondan bir şeyler koparmayı istediğini kanıtlar. Memur, küçük burjuva, burada bahse konu olanlar, gerçi hiç aynı olmayan fakat gitgide aynılaştırılan tabaka, ona ayarlanmış sunumla uyandırılan ihtiyaçlara sahip olmakla yetinir. Bu durum bütün burjuva rüyaları birleştirir ve sonradan çok fazla, mesela aşırı mavi seyahat bürosuna ve daha da ötesine açılıp saçıldıklarında bile onları karneye bağlar: Mevcut olanı yıkmamalıdırlar.”[5]
Mevcut olanı yıkmamaya yönelik temeller daha çocuk yaşlarda evdeki otorite ilişkisinde atılır. Bu otorite ilişkisi daha sonra okul sırasında, fabrikada vb. alt-üst ilişkisinin sistem lehine işletildiği yerlerde sürer. Kişi yaşadığı mutluluğun ona pazarlanan ve kârı artıran bir gayeden kaynaklandığını fark etmez. Zira büyük şirketlerin yönelimi çok önceden bellidir; başlarda zor koşullarda çalışan işçiler için dayanıklı pantolon üreten iyi niyetli(?) firmanın bugün ayakta kalabilmesi için pantolon kalitesini düşürmesi ve aynı zamanda işçi ücretlerini düşürmesi ihtiyacı hasıl olur. Tüketim her zaman üretimin peşinden gitmelidir, bu yüzden sermayedarlar ürün tanıtıcı reklamlar için kolları sıvar (gerçi kolları sıvayan burada da ücretli işçilerdir), dev tabelalarda indirimler ve hâlâ kaymağı yenen dayanıklı pantolonlar vadedilir vb.
Hasılı, üretilen ürün yalnızca kendi üretim sürecinden ibaret değildir, tüketime sevk için birçok yan dala da ihtiyaç duyar. Bugünün dünyasında kapitalizm yaşam için gerekli olan kaliteli üründen çok, lüks ve yaşamsal ihtiyacı karşılamayan ürünler üretir. Bütün bu uğraşına rağmen vaki çelişkiyi gidermesi mümkün değildir, keza sistemin mükemmel olduğunu söyleyenlerin bile bu söyleme tezatlık teşkil ederek her gün yeni yöntemler araması da bizzat çarktaki bozukluğun ikrarıdır. Çelişki kendini ele vermekte, verdiğimiz örnekteki gibi işçiler ve küçük burjuvalar her gün yeni israflara sosyal medya ve dijital platformlar sayesinde şahit olmaktadır. İlkin son model arabaya ilgi duyulur, patrona ise kıskançlık. O sırada çalışmaktadır ücretli işçimiz, gereğinden fazla çalışmaktadır patronun yeni israfları için. Önceleri iletişim araçlarının bu denli gelişmemesi sebebiyle orta ve alt sınıftan uzakta yaşayan burjuvalar, bugün otoyollarda acil durumlar için belirlenen şeritleri keyfi şekilde kullanırken bir işçi yahut küçük burjuva tarafından seyredilmektedir, tıklım tıklım otobüslerde ya da eski model konforsuz arabalarda. Çelişki aynı çelişkidir lâkin keskinliği gün yüzündedir artık.
[1] Genellikle vurgusu, sömürüyle zengin olan bazı devletlerde bu imkânın mevcut olması sebebiyledir. Şayet bu ülkelerde işçi kazanımları da 20.yy’ın ikinci yarısında gelişen “Sosyal Devlet” olgusuna dayanır. Burada da sosyal devlet politikalarının ortaya çıkışındaki temel etken, aynı zaman diliminde SSCB’de yaşanan refah karşısında kapitalizmin göstermek zorunda kaldığı reflekstir.
[2] 1844 El Yazmaları, K.Marks, Birikim Yayınları, s. 75
[3] Doğanın Diyalektiği, F.Engels, Sol Yayınları, s. 216: “O, insanın tüm varlığının başlıca temel koşuludur ve belirli · bir anlamda, bu öyle bir ölçüdedir ki, emek insanı bizzat yarattı diyebiliriz”
[4] ‘Entrika’nın kelime anlamı her ne kadar “gizli çalışma” faaliyetini barındırsa da yazının asıl amacı bugün bu çalışmaların gizli olmaktan çıktığını belirtmektir.
[5] Umut İlkesi, E.Bloch, İletişim Yayınları, s.55