Kadın Devriminin Programı “Jin Jîyan Azadî” |Röportaj – Mukaddes Erdoğdu Çelik
25 Kasım’da, 1970’li yıllardan beri devrimci mücadele içerisinde aktif bir şekilde yer alan öncü kadın devrimcilerden Mukaddes Erdoğdu Çelik ile yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
-Mücadeleye nasıl başladınız? 71 kopuşu sonrasında politik-teorik hat, örgütlenme biçimleri, devrim tahayyülü, kitleyle kurulan ilişkiler nasıldı ve nasıl değişti?
Benim kuşağım 68 başkaldırısı sırasında gelişmekte olan toplumsal hareket dönemindeydi. İşçi, köylü, gençlik ve aydın hareketinin Kürt aydınlanmasının gerçekleştiği o dönem benim gençlik dönemimdir. Ben yatılı bir kız lisesinde okuyordum. Bu yüzden İstanbul ve Aydın arasında gidip geliyordum. Genellikle o toplumsal gelişmenin doğrudan aktif unsurlarıyla yüz yüze olmadım. Lise 1’deyken üniversite işgalleri başladığında, okulumuzdaki arkadaşların birçoğunun abileri ya da ablaları üniversite öğrencileriydi ve o günkü hareketin içindelerdi. Biz gözümüzle yalnızca Çamlıca Kız Lisesinin biraz uzağında, şimdiki Marmara Üniversitesi’nde özel bir Vatan Mühendislik vardı; oranın ışıkları kapandığında orada boykot olduğunu öğrenirdik.
Bir diğer önemli olay da yalnızca 1970 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın düzenlediği bir öğretmen grevi vardı. O grev sırasında benim okulumda grevin hiç sözü edilmemişti. Fakat bir gün okulun en genç öğretmenlerinden biri olan Matematik öğretmenimiz Zafer Hanım sınıfa 2 saat geç geldi. Geldiğinde, ‘’Niye geç geldim biliyor musunuz?’’ dedi. “Bugün öğretmenler grevi vardı. Bu okulda hiçbir öğretmen greve katılmadığı için ben de katılamadım ama en azından yüreğimin onlarla olduğunu göstermek için böyle geç geldim.’’ dedi ve derse devam etti. 71 yılında 12 Mart Muhtırası oldu. Biyoloji hocamızın günüydü, o zaman atanan ilk başbakanın okul arkadaşıymış. ‘Sizce nedir?’ vb. sorular sorarak bizi yoklamaya çalıştı. Fikirlerimiz var az çok biliyoruz. Gezmişlerin eylemlerini radyodan dinleyip bize aktaran gündüzlü öğrencilerimiz var, hafta sonu ailelerinden üniversiteli abilerinden, ablalarından bilgi taşıyanlar var, biz de heyecanlıyız. Devrimi, devrimciliği bilmiyoruz ama bir sempatimiz gelişiyor; çünkü çok değişik, çok güzel görünüyor bize. Biyoloji hocamız: Nihat Bey (başbakan) iyi bir akademisyendir ama yöneticilik yapabilir mi hiç emin değilim, dedi. Bunu da not ettik tabii ama sonrası çok daha hareketli geçti. Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir’in Maltepe’de kuşatıldığı çatışmanın bilgisini an an aldık Kartal’da oturan sınıf arkadaşlarımızdan. Daha sonra burjuva basını bunu çarşaf çarşaf verdiği için öğrenmek hiç zor değildi. O zamanki İçişleri Bakanı Sadi Koçaş: ‘Geriye doğru suçları dahil olmak üzere cezalandıracağız bu anarşistleri.’ dedi. Olay da şu ki İsrail Başkonsolosu Elrom kaçırıldığı sırada onları aramak için 2 gün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilip tek tek ev ev aranıyor. Bizim okulumuza da arama geldi, bir öğlen teneffüsünde dolaplarımız arandı. Arkadaşlarımızdan birinin dolabında Dev-Genç’e ait bildiriler çıkmış, öyle tanıştık. O sene liseyi bitirdim. Diyarbakır’dayız, kız kardeşimle trenle iki gün gidip geliyoruz, üniversiteli gençlerle yolculuk yapıyoruz, onlardan faşizm, emperyalizm, antifaşizm gibi büyük sözler duyuyoruz. Ve daha önemlisi şu, subaylarla birkaç yolculuğumuz geçti. Bir hava üsteğmeni ile de aynı kompartımanda yolculuk yaptık, bize Marksizm’i anlattı. Bunların hepsi izlenimdi. Babam jandarma, Kürt köyünde yaşamışım, Aydın’da yaşamışım, kapitalizmin gelişmesini izlemişim, Diyarbakır’da yaşamışım bambaşka bir hayat…
Böylece ben İstanbul’a geldim. İstanbul da 12 Mart öğrenci hareketlerini durdurmuş, Dev-Genç’i kapatmış, TÖS kapatılmış, TİP bile kapanmış ve hala devrimci ateş bir şekilde sürüyor. Benim bölümümün öğrencilerinin çoğu devrimci. Oraya devrimci sempatizanı olarak gelmişim, oradan sonra devrimci ilişkiler kurmuşum, yaşamım, hayat izlenimlerim her şey benim devrimci olmama çok müsait ve çok sosyal biriyim. Afrika’da bir Alman doktorun hikayesini okumuştum çok etkilenmiştim ve idealim oydu: Albert Schweitzer gibi doktor olacağım ve en yoksulların, en muhtaçların yardımına koşacağım. Ama devrimcileştiğiniz zaman o ideal size yön çizmekte yardımcı oluyor artık, içeriği değişiyor elbette. İşte orada bizim ilk eylemimiz; Mahir’ler Maltepe’den firar ettiğindeydi, 71 yılının 30 Kasım’ında. Mahir Çayan’ın Kesintisiz 2-3 kitaplarının el yazısı olarak geldiğini ve geceleri laboratuvarlarda küçük yazılarla onları yazıp bir yerlere gönderdiğimizi hatırlıyorum. İlk yazdığımız devrimci metinlerdi. İkinci Sınıfın sonbaharında Boğaziçi Üniversitesindeki kız kardeşim bir arkadaşıyla yanıma geldi. Onlar Kaypakkaya grubuymuş, ben adını bile bilmiyorken, onlarla görüşürken kendimi gözaltında buldum. Okulda bir kısım pratik faaliyetler yapılmış ben dahil olmasam da. Onları okul idaresi sıkıyönetim komutanlığına ihbar etmiş. Sıkıyönetim okulu bastığında seçilmiş hepsi erkek 19 öğrenci var, bir tek benim adıma içinde mezun olmuş bir arkadaşımın mektubu olan bir zarf bulmuşlar beni de öyle götürdüler. 73 yılının 13 Nisan’ında gözaltına alındım, 26 Nisan’da da tutuklandım ve Sağmalcılar B koğuşunda siyasi kadınların arasına götürüldüm. Birinci hazırlığı eğitimde almıştım ve ikinci esas hazırlığı da orada aldım ve o yaz artık yönümü tümüyle devrimciliğe çevirmeye karar verdim. Tam profesyonel devrimci olmaya karar verdiğim o noktada erkek arkadaşımla çatıştık. TKP/ML’yle yürümeye karar verdiğimde o da ayrılmak için gerekçe yazıyormuş. Ben ayrılıyorum, dedi. Ben kalıyorum ve o zaman senden de ayrılıyorum, dedim. Ve bu şekilde devrimcileştim. 72 yılında bize Mahir’in Kesintisiz yazılarının geldiği dönem Kızıldere gerçekleşti. 30 Kasım’da kaçışlarını kutlamışken 30 Mart’ta ölümlerini protesto ettik.
6 Mayıs gününü hiç unutmam. Okulda bayrak töreni bitişinde beden eğitimi bölümünden töreni yaptıran arkadaş birden sol yumruğunu kaldırdı ve “Sabaha karşı idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının anısına 1 dakika saygı duruşu arkadaşlar.’’ dedi. Okulun hemen hepsi duruşa geçti. Öyle andık onları. Bundan dolayı okulun tüm devrimci bilinen öğrencileri büyük bir soruşturma geçirdik. 1 haftalık okuldan uzaklaştırma cezası alanlar oldu. Ben de ciddi ihtar alanların içindeydim. Daha sonra 73’ü tümüyle cezaevinde geçirdim. Orası benim için çok önemli bir eğitim yeri oldu. Aynı zamanda örgütlülüğü öğrendiğim, sorumluluk aldığım, koğuşun en küçüğü olarak hazırlandığım bir yer oldu. 19 Mart 74’te de çıktım ve bir daha hiç geriye bakmadım.
Ben 19 Mart’ta çıktım ama Mayıs ayında kurulan yeni CHP/MSP hükümeti af yasası çıkarmak zorunda kalmış. Öncelikle adli mahkumlar için. MSP din propagandasıyla ilgili 163. Maddeyi kabul ediyor ama komünizmle ilgili olan 141 ve 142’yi kabul etmiyor. Bu maddeler oylanırken oy vermiyorlar ve hüküm düşüyor. Ama taammüden adam öldürmeyle ilgili 146. madde geçiyor. O dönem 71 devrimci hareketini başlatan THKP-C, THKO ve TİKKO militanları hep 146’dan yargılanıyordu, hepimiz 146’dan yargılanıyorduk. O yüzden bizimkiler çoğunlukla çıkmıştı. Diğerleri; aydınlar, yazarlar, eline hiç silah almamış örgütlerdi. Öyle çok geniş bir af çıktı ve kısa bir sürede biz kitleselleştik. Bu nasıl oldu? Beni de şekillendiren o atmosferi anlatmam gerekir. Aslında 71 kopuşu cepheden bir kopuştu, devletten, pratik olarak Kemalist ideolojiden; teorik olarak sorunları odur. En ilerisi TİKKO’dur. Kaypakkaya cepheden Kemalizm ve milli meseleler yüzünden; zaten onu var eden o iki şeyden, parlamentarizmden kopuştu. Aynı zamanda mücadelenin silahlı yolunu seçtikleri için bu da kesin bir kopuştu. Bu bakış açısı, bu duruş, bu mücadele tarzı ve bu örgütlenme tarzı tabii ki 12 Mart darbesinin faşist rejiminin baskıları altında imha edilerek, idam edilerek, İbrahim Kaypakkaya da işkencehanede öldürülerek önderliği imha edildi. Örgüt ise yenilgi aldı ve dağıldı. Büyük ölçüde bölünmeler oldu, çıktığı zaman yeniden örgütlenen bütün güçler parça parça oldular ama toplumda o dönemin cepheye karşı duruşu ve halk için, yoldaşlar için feda ruhunu kuşanmaları, bu devrimci hava Türkiye toplumunu çok derinden etkiledi. Demek istediğim, onlar yenildiler ama hem fikirleriyle hem eylemleriyle hem de bıraktıkları ölümüne direnişle önderleşiyorlar. 12 Eylül’e böyle gelirken Türkiye’de bir ozanın da dediği gibi dağlar, yollar, taşlar devrim istiyordu. Halkın her tarafta CHP’nin Ecevit dönemindeki “su kullananın, toprak işleyenindir” sloganıyla da bu aslında toprak devrimlerinin, demokratik devrimin de temel şiarlarıdır yani reformist dalgaya alındığı yerdir. O dönem TKP’nin çok geniş kitlesellik yaratıp büyük bir güce ulaştığında bile onlardan çok köklü ayrılıyorduk. Orada çok büyük bir örgütsüzlük vardır ve çoğu sempatizanlardır. Aslında profesyonel sempatizanlar dönemidir. 12 Eylül gibi çok kapsamlı bir darbe geldiğinde yenilginin bu kadar hızlı ve etkili olmasında çok önemli bir etkendir. Büyük bir halk hareketi, sel var, büyük bir devrimci coşku var ama devrime, köke doğru örgütlülük az. Devrimciler bunu 77 1 Mayıs katliamından sonra idrak etti. Ondan sonra daha sıkı örgütlenmeler kongreler tüzüklere ve silahlanmaya silahın örgüt planında elde olmasına sıra geldi. Benim bulunduğum yapıda, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı, maddi toplumsal yapısının geri kapitalist bir ülke olduğunun gerçeğine çok kapsamlı araştırmalarla ulaşmış bir ufku oldu. Ama onun sonuçlarına, devrim stratejisine, pratiğinde ne değişeceğine götürecek bir inisiyatif geliştiremeden darbeyle yüz yüze kaldı. Aslında 12 Eylül darbesi 12 Mart’ın yapamadığını, yarıda bıraktığını tamamlamak için çok acele bir şekilde devlet tarafından iki yıl içinde örgütlenmiş bir darbe olarak örgütlendi. Bunun gelişini hızlandıran etkenler vardı. ABD’yle Rusya arasındaki çatışmanın çok şiddetli bir hale gelmesi ve Sovyetlere bağlı örgütlerin topluma doğruya doğru sosyalizm korkusu, Türk devlet ve gerici katmanları için çok büyük bir korkuydu. Devrimciler hükümete egemen olabilecek durumda değildi ama kültüründen sanatına, sokağına fabrikasından mahallelerine hayata egemenlerdi. Devrimci toplum darbe öncesi 1 Mayıs katliamından sonra yavaş yavaş yoruldu ve bir dibe çekiliş dalgası oldu ve Maraş katliamı bunu daha da derinleştirdi.
-Dönemin koşullarında militan bir kadın olmak nasıldı ve sizin için ne ifade ediyor?
Aslında o dönemde kadın diye bir şey yok. Orada genç bir devrimci var, militan bir hayatı seçiyor, o militan hayatın gerektirdiği her şeye koşmaya hazır ve 24 saat koştuğun bir atmosfer düşün. O dönemde kadın olmak, 8 Martlar olabilir hayatımızda, özel mülkiyet kavramı olabilir kadına dair, erkek egemenlik kavramı yok ama kadınların bağımlı ulus kavramına paralel olarak bağımlı cins kavramıydı ve hepsinin çözümü demokratik halk devrimiydi. Ama 77’den sonra bu dogma kırılmaya başlandı. Her yerde kadın dernekleri kurulmaya başladı. Buna ilk önce TKP’ye bağlı İlerici Kadınlar Derneği öncülük etti. Bu konuda onlarla mücadelede çok ortaklıklarımız yoktu bu yüzden ancak şimdi özgün deneyimlerini öğreniyorum. Ben ‘Demir Parmaklıklar, Ortak Düşler’ kitabını yazdığımda 12 Eylül ve 12 Mart döneminin kadınlarındaki kadın bilinci ve deneyimlerini de yazdım. O kitaptan sonra başka yazanlar çoğaldı ve bu şekilde öğrendim. O zamanlar kadınlar, bizim pratiğimizde erkek militanların mücadeleye daha aktif katılımlarının geri bağları. Deneyimimiz böyle. Ama kadınlık nedir bilmiyoruz, kadınlığın ne olduğuyla yüzleşmemişiz. Bu konuda çok cahil biri olarak hayattan çıkardığım önemli şey buydu o zaman, ‘Eşlerinizin sizi engellemesini istemiyorsanız, eşlerinizi de kendiniz gibi faaliyete sokacaksınız.’ O cahil halimle kadınlara da bunu anlattım. Kadın perspektifi yine yok burada ama demek ki eşitsizliğin aşılmasının yolunun devrimcilik olacağını keşfetmişim ve oradan geliştirmeye çalışıyorum. Bu çok yaygın bir şey mi, hayır ama evdeki devrimci militanlar arasında da bu tür eşitsizlikler olduğu zaman böyle müdahaleler gerekli olabiliyor. Kurtuluş’taki kadınlardan biri şöyle yazmış: Biz gidiyorduk onları örgütleyecektik ama neyle, nasıl örgütleyeceğimizi bilemiyorduk anladım ki çünkü biz kadın değildik. Biz kadın kimliklerimizle hayatı yaşamıyorduk, çünkü biz çocuk bakmıyoruz, çünkü biz ev temizlemiyoruz, çünkü biz koca bekleyip yemeğini koymuyoruz. Bunu tabii biraz 80’den sonra anlamış ama çok önemli bir şey. Demek ki kadını bulunduğu yerden ya da kadın bilincini yükseltecek hiçbir çalışma yok, İKD’nin çalışması da böyle değil. Bizim programımız da şöyle, devrim mücadelesini kadınlar arasında yaymak. Ama ne zaman ki darbe geliyor bilgisini aldıklarında mesela bir TKP’li kadın yazdı önce kadın örgütünü dağıtıyorlar, kapatıyorlar. Gidin diyorlar nereye giderseniz. Kadın örgütünün bir merkezi komitesi varmış, o zamanlar gidip hamamda toplantı yapıyorlar hem polisten hem parti merkezinden gizlenmek için. O dönemin kadın örgütlenmesinin en örgütlü en yaygın olduğu yer orası. Bunun sonuçlarını ben 12 Eylülde cezaevinde yaşadım o zaman o bilince vardım. Devrimci saflarda kadın mücadelesinin gelişimi esasen 90’larda başlar. 80’lerin yarısında gelişen feminist dalgayı geliştiren genç militanlar da aslında eşitsizliği kendi hayatlarında görüp deneyimleyen bir önceki dönemin devrimci militan kadınları. Daha sonra feminist hareket gelişince ve devrimci saflarda da duyulmaya başlayınca devrimcilerin evinde de onların yaşadığı deneyimleri biz yaşıyorduk. Yanımda kalan kadın arkadaşlardan biri mesela kendisinin önceden okul arkadaşı olan feminist kadınlarla buluşmuştu, onunla beraber kadın kurultayına ilk öyle gittim. Ama ondan önce benim kadın bilincine ulaşmam macerası tamamen örgüt yapısı içinde, kadınlarla erkeklerin eşit olmadığını ilk defa kızımı doğurmaya karar verdiğimde idrak ettim. Arkadaşlarla toplanmışız dedim ki doğurmayı düşünüyorum. Birden, ‘nereden çıktı doğum, nereden çıktı çocuk, kim bakacak?’ dediler. O zaman anladım çünkü bu tartışmayı yapan arkadaşların en az ikisinin çocuğu vardı. “Sizin çocuklarınız oldu ya, hiç böyle bir tepki yoktu, ne değişti?” dedim. İşte şimdi zaman değişti, dışarıda siyasi mücadele hareketli dediler. Anlamadılar. Sizinkine nasıl bakıldıysa benimki için de bir yol buluruz dedim. Olmaz, o senin kendi işin dediler. O zaman anladım. Oturdum kitapların başına komünist enternasyonalin deneyimleri, birinci dalga feminist hareketler, Clara, ne var ne yok her şeyi okumaya başladım. Esas kızım doğduğunda aydınlanmaya, kadın ve erkeğin eşitsiz olduğunu idrak ettim. Şimdiye kadar yabancı kaldığım cinsel kimliğin ne demek olduğunu orada anladım ve gerçekten okumaya, çalışmaya orada başladım. Hepsinde de deneylerde kadınların çocuklar yüzünden geride bırakıldığını öğrendiğim için şöyle bir hat çizdim kendime profesyonel devrimci hayatımın sarsıntısına izin vermeyeceğim. Kızım 11 aylıkken arkadaşlarla ortak aldığımız ama yalnızca benim uyduğum bir kararla, kızımı yarı tehditle anneme bıraktım.
-Tutsaklık yaşadığınız dönemlerde sizin de deneyimlediğiniz erkek devletin işkenceci pratiklerinden bahseder misiniz? Kadınlara özel olarak ne gibi pratikler uygulanıyordu?
Gözaltında kadınların en çok korktuğu işkence tecavüze uğramaktı ve çok yaygındı. Sürekli dille de cinsel saldırgan sözler söyleniyor. Ve kadınların en çok çözüldüğü yer de cinsel işkence alanı, en zayıf noktaları çünkü. Aslında kadın bilincinin yokluğunun ilk tezahürünün açığa çıktığı yer orası. Falakaya dayanıyor, elektriğe, suyun altında kalmaya dayanıyor ama çırılçıplak askıda sallandırılmaya dayanamıyor. Erkek egemenliğinin en büyük aracı kadının cinselliği ile. 12 Mart döneminde tecavüze uğradığını doğrudan açıklayan kadın olmadı. 12 Eylül’de ise bu çok somuttu. Gözaltı yaşı 15’e kadar düşmüştü. Darbeden iki ay önce ben de gözaltına alındığımda benim yanımda eşimi çözmek için o kadar çok işkence yaptılar ki. Bana da sırf onu çözebilmek için elektrik verdiler ve tecavüz etmekle tehdit ettiler. Ben kadın bilinci olmadığı için belki de sadece militanlık, devrimcilik üzerine kurulu bir bilince sahip olduğum için belki de bunlara hiç aldırış etmedim. Serinkanlıydım etkilenmiyordum onlardan. Tabii ki işkence acısından etkileniyordum ama tecavüzle tehdit ettiklerinde özel bir korku duymadığımı hatırlıyorum. İşkenceci bunu yaparken aslında senin namusunla tehdit ediyor, seni ailene rencide ediyor. Mesela tecavüze uğradığını açıklamayan arkadaşların çoğunun en büyük gerekçesi şuydu: Ailem duymasın, babam kahrından ölür. Yani o erkek egemen düzenin kalıpları üzerimizde.
-Farklı dönemlerde de tutsaklık yaşadınız. Peki devletin ideolojik değişimlerinin cezaevlerindeki tezahürünü anlatabilir misiniz?
Devletin değişimi çok açıktı. Niye? 12 Mart’taki “acemi” bir devletti. Kendi özel işkence, özel harp dairesini cezaevlerine kadar indirememişti. O işkencehanedeydi, cezaevinde değildi. Yani işkenceler belki Mamak’ın bir dönemi için söz konusuydu ve bizlerin Mart döneminde. Bir de İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bir yer var, orası kontrgerillanın işkence merkezi. Oralar kontra devlet organlarıdır. Ama birinci şubenin de bazı katları öyleydi. Birinci şube henüz Gayrettepe’deydi o zaman. Mesela biz okuldan yirmi öğrenci alındığımızda Mart döneminde aslında harbiye hücrelerinde tuttular bizi. Sonra sanıyorum Balmumcu’ndaki kontrgerilla merkezine götürdüler. İşkenceler orada oldu aslında. Ama Eylül öncesi ve 12 Eylül döneminin işkenceleri ise doğrudan Gayrettepe’de oldu ve Gayrettepe artık çok büyük bir işkence merkeziydi. Diyarbakır’da da zaten biliyorsunuz 7. Kolordu Komutanlığı. 73’te İbrahim Kaypakkaya’nın öldürüldüğü yer de orasıdır. İşte 80’den sonra artık ha gözaltı ha cezaevi fark etmiyor.
Fark şöyle ortaya çıktı: Devletin polis teşkilatı 12 Eylül öncesi devrimci dalgaya dayanamamış orada da ikiye bölünmüştü. Bir yanda Pol-Der’liler vardı. İlerici devrimci demokrat polisler ama silmesi tabii ki Kemalist devrimciliği. Diğeri ise faşistler ırkçılardı. 12 Eylül’de tamamen onlar görevliydi. Şimdi İlmiye Çığ’dan söz edeceğim ama o vakfın hazırladığı anket formları tam o sırada gündeme geldi. Biz cezaevindeydik. Selimiye Cezaevinde bize bir tomar anket getirdiler. Bunların aslında işkence biçimleri olduğunu yeni idrak ediyoruz. Ne var ki forum ya diyorsun. Ya da ben 2017 ’de gözaltında avukat geldi. Avukatla birlikte polis sorgusuna götürüldüğümde, ben şöyle biliyorum, bir cümle yazıyoruz. Çünkü daha önce öyle yapmışım. “Polis işkence merkezidir, burada ifade vermeyeceğim”. Bir de imza atıyorum. Ben dedim yok dediler matbu kağıt var. Bana yazacaksın avukatım da yanımda. Böyle “başka türlü olmuyor” dedi. Biraz tartıştım ama onu da aşamayınca kabul ettim ben. Sonra ben bu mesele yeniden konuşulmaya başlayınca idrak ettim ki o metinlerin kendileri de işkence aracı, psikolojik işkence. Seni “terör suçlusu” formatında ele alıyor. Sana saçma sapan sorularını sorduruyor, yazıyor sonra her seferinde cevap alıyor. Reddediyorum diyorsun. Ama sonuçta başında terör suçlusu yazıyor, o formata sokmuş seni. Anlatabiliyor muyum? Bu hazırlanmış taslaklar HZİ Vakfı’nın hazırladığı şeyler. 12 Eylül öyle başladı. İşkencehaneler deli gibi işkencenin yapıldığı yerlerdi, çıplak. Tezgaha yatırıyorlar seni şimdi o tezgahlar yok. O zamanlar kafasına çivi çakılan insan var. Ahmet Karlangaç’ın kafasını duvarlara çarparak öldürdüler ve “kendisi duvarlara çarptı” dediler. Filistin askısı çok yaygındı. Falaka yaygındı ama falaka esas 12 Mart döneminin işkence aracıdır. 12 Eylül, elektrik işkencesi, soğuk su-buza yatırma, bunların hepsini kadınlara da yaptılar ama erkeklere tabii ki daha çok yaptılar. Fark şurada çok kitleselleşmişti. Yani ben 12 Eylül başlamadan önce gözaltına alındım. O dönemin en ağır işkencelerinden geçenlerden biriyim. Ama bir de darbe döneminde yeniden şubeye alındım. O zaman tıklım tıklım koridorlar, hücreler, her yer insan dolu. Öyle bir fütursuz işkence var ki, işkenceye karşı direniş de var tabi. Çığlıklar her tarafı inletirken insanların kendi aralarında dayanışma pratiklerini de görebiliyorsun. Zaten hücreler öyle. Biri yeni getirilince herkes kalkıyor ayağa, hemen o yatırılıyor. Hücre dediğin ne ki işte? Şu camın yarısı kadar ya da bu masa kadar bir yer hücre. Buraya on kişi birden giriyor. Böyle. Her şey işkence yani orada. Hakaret, aşağılama, hele çözdüklerine küfürle başlıyorlar, nasıl aşağılıyorlar. Çözemediklerine ise kin, nefret duyuyorlar ama öyle kolay kolay küfredemiyorlar. Tuzlu su içiriyorlar mesela. Kusturuyorlar, tekerleğin içine koyup yuvarlıyorlar seni. Elektrik kablosunun biri ayağında, elinde, ama sadece ayaklarından, ellerinden vermiyor. Bir kablo da serbest; gögüslerinde, cinsel organında onu gezdiriyorlardı. Bir sürü şey, hele 12 Eylül’de bunlar tümüyle çıplak yapılıyordu.
Şöyle çok iyi hatırlıyorum, biz Haziran’da gözaltına alınmıştık. Kapıda adamlar bizim ellerimizi kelepçelerimizi açıyorlar, bağlıyorlar yerinden. Selimiye’ye götürecekler, İrfan’ın yanına geldi iki tane işkenceci, “ne olursan ol, sana saygı duyuyoruz” dediler yani. O kadar çok dövdüler ki onu sırf benim yanımda çok dövdüler. “Sen ya çözüleceksin ya karına senin önünde tecavüz ediyoruz” diye çok dayak yedi. Hatta birinde ben hiç farkında değilim. Beni çok dövdükleri bir anda “işkenceyi durdurun tamam onu gönderin, ben konuşacağım” diyor. Tamam diyorlar, beni indiriyorlar. Orada beni gönderiyorlar. Sonra İrfan yerde yatıyor zaten, “bir sigara ver” diyor. Polisin biri bir tane ona veriyor, gözünü de açıyor. Bir tane de kendisi yakıyor. Karşılıklı içiyorlar. İşkenceciler çok umutlu ama. Sigarayı bitirince İrfan, “tamam, şimdi yeniden başlayabilirsiniz” diyor.
Tabi adam eline sopayı alıyor, her tarafı mosmordu zaten şubeden çıkarken. Dövüyor, dövüyor, dövüyor. Sonunda kendisi sırt üstü düşüyor, alın bu iti yerine götürün diyorlar. Bunu bana adli müşavirlikte savcılık sıramızın gelmesini beklerken anlattı. Ben çok bozuldum, şok oldum, kahroldum aynı zamanda. “sen deli misin? ” dedim. “niye böyle bir şey yaptın? “, “ne kadar riskli bir şey! “E ne yapayım? Seni çok dövüyorlardı.” Dedi. Ben de biliyorum, erkekleri çözmek için çok uyguladıklarını. Kızdığımı anladı, elimi tuttu hemen. “Merak etme çözülmek için yapmadım bunu, çözülmezdim.” dedi “Hakikaten tecavüz etsinler de ne vardı” dedim ben ona. “Ha işte öyle deme. Ben sonuçta erkeğim.” diye o dalga geçerdi kendisiyle. “Fena olabilirdim” dedi. Nasıl yani? “Ya korkma,” dedi. “Çözülmezdim, adamlara saldırabilirdim sadece.”
Erkeklerdeki namus anlayışının bir kadınla, kadının korkularıyla aynı olmadığını anlıyorsun orada. Bunu sonra bilince çıkarıyorum ama oradaki tepkim bir devrimci olarak tepkiydi. Ne var yani? Ben böyle bir makale de yazdım, 1997’de gözaltına alınmadan hemen önce. Çünkü o zamanlar gözaltılar çoktu ve kadınlara tecavüz ediyorlar, onları çözüyorlar. Biz de makaleyi yazdık, başlığını da koyduk. “Falaka neyse tecavüz de odur diyebilmeliyiz.” Bir hafta sonra gözaltına birlikte alındık ve o kadın arkadaş tecavüz tehdidi sırasında çözüldü.
Çok trajik bir şey. Yani bunu o yüzden düşman işkenceci biliyor. Bu toplumda, Ortadoğu toplumunda, Türkiye toplumunda erkek egemenliğinin bu kadar kadını namusa sıkıştırdığı yerde, yani onun için o namusun yırtılıp parçalanması çok önemlidir. Diğeri de en zayıf halka olarak oradan yükleniyor. İşkencelerin çoğu da böyleydi. Ve kadınlar yine konuşmuyorlardı. Korkuları sadece kendilerinin tecavüze uğraması da değildi. Ailelerine ne olacak? Toplum ona nasıl bakacak bütün bunlarda? Mesela devlet neredeydi Ekin Wan dağın başında çırılçıplak yakalandığında? Korkunç bir şey. Bir halka, bir topluma, bütün bir insanlığa işkence halidir o. Ve Kürt kadın hareketine gerçekten biz sosyalistlerin çok desteğinin orada olduğunu düşünüyorum. Orada dediler ki “Ekin Wan’ın çıplak bedeni onurumuzdur!” O slogan çok önemliydi. Bir devrim gibi bir şeydi aslında bu toplumda. Kürt toplumu o sloganı duyduktan sonra sakinleşti. Ben birebir gözledim. Oralara çok sık gidip geliyordum o dönemlerde. Şimdi mesela Kürt kadın hareketi “namusumuz, örgütlülüğümüzdür” dedi değil mi? Sonra feminist hareket onları biraz eleştirdi. Vazgeçtiler o kavramlardan. Ama nasıl? Adım adım oldu. Çünkü o toplum namus kavramıyla hayatını geçirmiş. Ölmüş, öldürmüş, kesmiş, biçmiş. Her şey böyle gitmiş. Ama dağa kadınlar çıkıp da eline silah aldığı zaman aslında onun altyapısını kurmaya başladı. Eğer o olmasaydı hepsi havada kalırdı. Yani kadın bilinci kadın mücadelesi böyle zorlu dönemeçleri gerektiriyor. Sonra onlar kendilerini gerçekten silahla kanıtladılar. Ama ne oldu? O hareketi hem demokratikleştirdi hem de köylere, oradan kentlere geldiler. Kürt toplumunu demokratikleştirdiler ve Ekin Wan’da bu zirve yaptı. O slogan da İstanbul’dan çıktı. Çok önemli.
Onun gibi o dönemler henüz kör dövüştü. Kadın bilinciyle mücadele edilen bir dönem değildi. Hala öyle düşünenler vardı. Zaten kadın bilincinin geri olduğu yerde hiçbir şey açığa çıkmıyor. O bilinç de havadan vahiy yoluyla gelmiyor ki. Hayatın içinde, maddi yaşamın içinde önüne çıkıyor. Seni o maddi yaşam yavaş yavaş değiştiriyor, dönüştürüyor. İşte ben bir çocuk doğurmaya karar veriyorum. Arkadaşlarım “senin özel sorunundur” diyor. O zaman anlıyorsun, hani kolektif yaşıyorduk?
12 Eylül’de Amerika ile birlikte çalışıyorlar ya, aslında eğer o haberleri izlediyseniz HZİ Vakfının çalışmaları da bizzat Genelkurmay’ın isteğiyle başlıyor. Oradan sonraki zamanda terörist diyecekleri komünistler ve sağcı ve solcu militanların protipleri nedir? Özellikleri nedir? Bunlar niye bu yollara sapıyor? bir araştırın diyor. Ve adam buradan başlıyor. Sonra bunu mesela Selimiye’ye bir tomar getirip verdiler. Biz anti-revizyonistler reddettik, cevap vermeyeceğiz dedik. Ama diğer arkadaşlar aldılar, adamları yanıltacak şeyler yazıp vermişler ama sorular çok derin, çok içeriden, tam bir çözme aracı, tam bir psikolojik çözme aracı. Ailende geçimsizlik var mıydı, paranızı kim ne kadar yeterdi, kim ne yapardı diye böyle psikolojik, sosyolojik, iktisadi bütün şeylerin hücrelerine kadar seni çözecek şeyler. Ve zaten deneylerini de yapmışlar ama İstanbul cezaevlerinde deneye götürülen insan olduğunu ben hiç duymamıştım. İstanbul’a getirmişler ama Erzurum’dan, Ankara’dan bir yerler sayıyorlar, İstanbul’dan da nedamet getirenleri götürmüşler. Pişmanlık yasası zaten İstanbul’da çıktı. MLSPB davasının liderlerinden Şemsi Özkan çözüldü. Bir günde altı yoldaşını öldürttü kendisini, çocuğunu ve karısını kurtarmak için. Sonra pişmanlık yasası yazıldı ve o birinci şubede işkenceci oldu. Böyle bir süreç onunki de.
Şimdi düşünün ki böyle insanların elinde kadınlar, kadın bilincin yok, her şey sende de namusa kilitli. Oturuşumuz bile. Kız çocuklarının ve bebeklerin cinsiyetini kolay kolay tespit edemiyorlar. Niye biliyor musun? Sonra doktorların açıkladığı, evet daha o zaman da sakınmayı öğreniyor yani. Genetik olarak kodlanmış. Kendisini koruyormuş kız bebekler. Öyle makinalara falan kolay görünmüyor.
2000 yılında Emekçi Kadınlar Derneği ve bir kısım örgüt, gözaltında taciz-tecavüze karşı bir kurultay yaptı. O kurultayın öncesinde üç yıl vardır. 97’de bir arkadaşımız tehditle çözülmüştü ama onun öncesinde bir kadına da tecavüz edildi. Asiye Zeybek. “Bir Tecavüz Öyküsü” diye kitabını çıkarmıştık. Şoka giriyor, daha doğrusu tecavüz edilirken o şoka giriyor. Diğeri bilincinde, diyor ki o noktaya gelince namusu düşünmeye başladım ve teslim oldum. Ben çok samimi buluyorum, dayanamıyor o noktadan sonra. Diğer kadına da tecavüz ediyorlar. “Buz gibiydim, diyor. “Hiç sesim çıkmadı.” Bu kadın iki gün, üç gün hiç konuşmuyor. Yatıyor, uyuyor, uyuyor, uyuyor. Sonra bir gün şöyle bir kaldırıyorlar. Bir çay veriyorlar. Bir soru soruyorlar konuşmaya başlıyor. Böyle bir şey.
“Taciz ve tecavüze karşı hukuki yardım” bürosunu kurduk. Kadın örgütleri kurultay yaptılar. O kurultaya ismi o güne kadar hiç açıklamamış, bir sürü kadın geldi. Hatta bazı kadınlar yüzlerine bir örtü kapatmışlardı, görüntüsüz konuştular, anlattılar. Hepsi de devlet şiddetiydi. O bir çığırdı. Onun baskısıyla zaten Asiye’yi doktora sevk etmek zorunda kaldı devlet. Çapa Tıp Fakültesi’nde Şahika Yüksel, psikiyatri bölümünün başkanı, o tecavüz sonrası stres testleriyle kanıtladı ona tecavüz edildiğini. Sultan Seçik vardı, adını duymuşsunuzdur. Ona bir tane ince demir çubukla tecavüz etmişler. Ama bu şimdi devrimci militan ya o da hiç farkında değil öyle şeyler ya tecavüze mi uğradım diye soruyordu. Bize yani öyle konuşuyordu. Erkek arkadaşlara tecavüz ediyorlardı. O arada 2000’e kadarki süreçte benim yargılandığım davanın sanıklarından özellikle kadınlar, erkekler de tecavüze uğradı.
-Bu durum ne zaman değişime uğradı?
Gerçekten 90’lardaki bu kuşakla değişti, yeni kuşaklarla. Kurultay bir zirve oldu. Evet ondan önce birkaç tane Eren Keskin’in açığa çıkardığı tecavüz olayı vardı. Onlar konuşmuşlardı. Bir mücadeleye dönüştü ve gerilemeye başladı tecavüz olayı. 2002’de yasalar değişti. Tezgah kalktı ama şimdi tezgaha ihtiyaç duymuyor. İstediği zaman onu da süngerli odada yapıyorlar. Garibe Gezer vardı mesela.
Sokakta zaten yeterince işkence yapıyor ve onlar işkenceye dahil olmuyorlar. Çünkü seni hemen doktora götürüyor ya, rapor alıyor. Bu halde bulduk getirdik diyorlar.
-Artık günümüzde eski işkence pratikleri azalmasına rağmen özellikle genç devrimcileri psikolojik yılgınlıkla teslim almaya çalışıyorlar. Aileyle, günlük yaşamıyla tehdit ediyorlar. Fiziksel olarak da tükürük, diş izi almaya çalışıyorlar.
Onun deneyimlerine 12 Eylül’de de rastlamıştım. Ben açık kimliğimle işkenceye uğradım. Devrimci kimliğine açık koymadığın zaman seninle zaten daha kötü oynuyorlar. O tür örnekler vardı. Her şeyi soruyor, rezil etmesinden tut psikolojinle oynuyor. Ama bilinçli devrimcileri de çözemiyordu. Öyle çıktık yani şubeden.
1997’de biz son işkence gören ekiptik. Gözaltı süresini 15 gün yaşayan son ekip de bizdik. Bizden sonra dört güne indi. Aslında biz ordayken dört güne inmiş ama bize uygulamadılar. 2017’de bir gözaltı yaşadım. Gelip avukat görüşü diye alıyorlar seni ve götürüyorlar. Bir kadın vardı devrimci sol davasından getirilmişti, hani bu savcının öldürüldüğü zamandan. O kadın arkadaşı sürekli avukat görüşü diye alıp geri getiriyorlardı ve öyle bir eziyorlardı ki kadın ağlayıp duruyordu. Genç kadın arkadaşlar vardı, onlarla aynı odada kalıyordu. Bunlar ona yeniden moral veriyorlardı. Polisler gidip çocuklarını öldüreceğim, annene ne yapacağım diyor. Kadın da oradaki çaycı mı memur mu neymiş, silahın içeriye nasıl girdiğini öğrenmeye çalışıyorlar. Onu her gün götürdüler ama bize gelip dokunmadılar çünkü biz açık tutum takınmıştık. Partizancı kadınlar vardı. Çok açık tutum takınmışlardı. Bizi götürmediler.
Hayatımda ilk defa gözaltında avukat görüşü yaptım. Daha önce biz sahipsizdik. Ne avukat gelir ne aile gelir. Benim ilk gözaltım öyleydi. İkincisinde 12 Eylül öncesinde 5 gün boyunca sürekli işkence gördük. Ben de inanmıyorum, o kadın gibi yapacaklar diye düşünüyorum. Sonunda avukatımı getirdiler. Bunun kadar güzel bir duygu, çok başka bir şey. Yani dedim ki kendi kendime emekler hiç boşa değilmiş. Biz o tezgahlarda direne direne yendik devleti. Maddesi budur. Yani şimdi artık psikolojik işkenceyi öyle yapıyorlar. Avukat görüşü diye götürüyorlar.
-Devrimcilerin tutumlarından siz de bahsettiniz. Peki kitlenin tutumu nasıl oluyordu?
Mesela 90’ların başında polise ifade vermemek kitlesel tavır. Şimdi ise herkes o matbu kağıda göre ifadeyi veriyor bir şekilde. Yani ya ifade veriyor ya da vermiyorum diyor ama her şekilde o kağıdı imzalıyorsun. Oysa ki bu da dayak yiyerek kazanılmış bir mevziydi. Kitlesel olarak gözaltına her olayda alınıyorduk ve oraya gidenler poliste ifade vermiyordu. Savcılıkta veriyordu. Muazzam bir kazanımdı o. Bu da bir işkence.
1997’de tutuklandıktan sonra çok hastayım diye cezaevi konseyi ben gider gitmez beni hastaneye kaldırttırdı. Ben istemedim. Onlar gerekli dediler. Gittim, bekliyoruz doktoru. Bir baktım sevk kağıdının üstünde “terör suçlusu” yazıyor. Ben orada kavga çıkardım. Beni hastaneye bu sevk kağıdıyla nasıl getirirsin? Ya gelen doktor faşistse? Sen beni teşhir etmiş oluyorsun. O doktor da gerçekten çok kötü davrandı bana. Hastaneye yatırması gerekiyordu, yatırmadı. Sadece serum taktı, serum bitince götürdü. Şimdi bu işkence değil mi? Nitekim Çapa’ya getirildiğimde KBB doktoru muayene kabul etmedi, sigarayı bırak öyle gel dedi ama o bahanesiydi. “Terör suçlusu” ile ilgilenmedi.
Yani Terörle Mücadele Yasası’nı biz de, devrimci hareket dahil, özüyle anlamadık. Bu yeni bir konsept diyoruz ama öyle. Soyut bir tanımlama. Oysaki bu hem toplumsal mücadelenin, hem emek mücadelesinin, hem siyasal mücadelenin, hem de neoliberal dönemin ezdiği insan tipini yaratmanın aracı. Sadece siyasal olarak bunun baskı aracı olduğunu söylemek yetmiyor, bunun kaldırılması için mücadele basın dışında yürütülmedi. Eskinin komünizmi ne kadar tehlikeliyse şimdi “terör” o kadar tehlikeli. Terörle Mücadele Yasası’nı da “af rejimi” diye yutturdu Özal.
Bunlar HZİ ile başlamıştır. Onun anketlerinin sosyal formunun siyasete yansıdığı yer Terörle Mücadele Yasası’dır.
-90’larda feminist hareketinin etkisinden bahsetmiştiniz. Bu etkinin artmasının sosyalist kadınlarda nasıl bir etkisi oldu?
Bizim sloganımız eskiden “Kadın Erkek El Ele Özgür Günlere”ydi. Feminist hareket ise bunun içeriğinin boş olduğunu anlatmaya çalışıyordu ve patriyarkayı çözümleyerek bu konuda doğruyu söyledi. Ama bunu kabullenmek ve sindirmekteyse bizim hareketimizin hepsinde aynı düzeyde ve aynı reflekste başlamadı. İşte benim doğum kararımda ortaya çıktı bu. Eşit değilsin. O özgürlüğün içinde bir de kadın özgürlüğü olduğunu kavradığınız zaman dünyaya başka bakıyorsunuz. Gerçekten başka bakmaya çalışıyorsunuz. Hayatın her alanında, sadece siyasette de değil. Aileyi yaşamış geçmiş oluyorsun zaten. Sanki orada artık güzel anılar dışında ya da kötü çocukluk anıları dışı bir şey yok gibi geliyor, ancak öyle değil. Hem geçmişi hem o günü hem de geleceği bu perspektifle anlamak çok önemli. Aynı zamanda madem bu temel bir ezilme biçimi; emek sermaye çelişkisini sayıyorsunuz, emperyalizm ve halklar arasındaki ilişkiyi sayıyorsunuz, sömürgeci ülkeyle sömürge halkı arasındaki ilişkiyi sayıyorsunuz, hatta patron-ağa devletiyle halkı arasında, köylüyle toprak ilişkisi arasında sayıyorsunuz ama kadının ve erkeğin arasındaki çelişkiyi, bu insanlığın ilk kölesinin arasındaki ilişkinin temel çelişki olduğunu bir türlü bilince çıkaramıyorsunuz. Şimdi o yüzden de işin başına bunu koymak gerekiyor. Bütün devrim programlarının en başında bunun da bir devrim sorunu olduğunun anlaşılması, her devrim gibi kendi öznesiyle anılması gerekiyor. O yüzden kadın devrimi şimdiye kadar insanlığın keşfettiği, bizim keşfettiğimiz en derin kavrayıştır, çünkü özne kadın. Ha erkeklerin burada özneleşmesi daha özgün bir şeydir.
Öncesinde Lenin’in de tespitleri var. Ben şimdi onu anlatacağım. Öcalan “içinizdeki erkeği öldürün” diyor mesela ve tam o noktada içindeki erkeği öldürebildiğin ölçüde toplumsal erkeği öldürmeye başlıyorsun ve o bir özneleşme süreci oluyor özgürlük sürecinde. Kadın için de öyle, kadın bilincini edindikçe sen, ya da duvarlara çarpa çarpa kadın devrimi yolunda fiilen yürüyorsun. Hani birinci dalga feminist hareket, “giyotine gitme hakkım varsa kürsüye çıkma hakkım da vardır” derken siyasette eşitliği istiyor. Ve o da bir devrim, yani onunki giyotinle cezalandıran ve dünyanın gelmiş geçmiş en devrimci kadınlarını siyasetin dışında tuttuğu gerçeği var, o gerçeğin bilincine ulaşmak gerçekten çok zor.
Doksanlardan itibaren, ilk karşılaşmamız teorik zeminde oldu. 1989’da bir kadın kurultayı düzenlendi. Çeşitli kurumlardaki kadınlar, feminist kadınlar, İHD Kadın Komisyonu ve birkaç kurum düzenledi. Ama fikriyatın özü, esası feminist kadınlardı. Gittiğimde bizim sloganımız, oradaki işçi kadınlar gibi “kadın erkek el ele”ydi ve zıt tarafları temsil ediyordu. Çok serttiler ama gerçeği de söylüyorlardı. Biz gerçeğin ters yüzündeydik. Hazırlıklarımız el ele çizgisindeydi. E biz de onlara karşı durduk. Bu iş, özel mülkiyetle yani erkeğin kadına göre mülk sahibi haline gelip onu da diğer mallar gibi kendisinin malı saymasıyla başladı. Bunu da feminist hareket kabul etmiyor, hâlâ da etmiyor. Sosyalist feministlerin öbür feministlerden esas farkı da bu ama sosyalist feministler de “ev içi emeği” hala bir türlü tanımadılar. Sürekli söylüyorlar, hakkını aramak lazım diyorlar ama bunun formülünü 15 yıl önce sosyalist kadınlar ortaya çıkardılar, onu da kabul etmiyorlar.
90 yılında bir tane özel sayı hazırlayacağız, gazetede çalışırken. O sırada bizim büroya Lenin’den yeni bir yayın gelmiş “Kadınların Kurtuluşu”. Lenin ve Clara Zetkin’in iki tane söyleşisi var, ikisi de Ekim Devriminden üç yıl sonra yapılmış. Lenin; kadınların özgürleşmesi için, önce kadınların, partinin eşit üyeleri sayılması gerekir diyor. Bu beni oldukça etkilemişti. İkinci olarak partinin kitle çalışmasının yarısı kadınlar arasında örgütlenmeli diyordu, bu da çarptı. “Kadın mücadelesi nasıl örgütlenmeli?” sorusuna cevaba, ben oradan başladım. Bir de Lenin Clara’yla konuşurken “Aşçı kadını devlet yöneticisi yapın.” diyor. Aşçı kadın o zamanlar Rusya’daki ev kadınları, evin baş hizmetçisi her durumda toplumun hizmetkârı. Bu çok daha derin bir şey. Ben sonradan bunu idrak ettiğim zaman şunu anladım ki ondan önce Rus Komünist Partisi’nin gündemindeki kadınların kurtuluşu aynen bizimkine benziyor, demokrasi sorunudur, kadınlar arasında çalışmayı geliştirelim. Bütün söylemler bundan ibaret. Demek ki devrim öyle bir dönüşüm yaptı ki, bir günde ilk kararnamelerden biri boşanma hakkı oldu, boşanma hakkının da iki alanı var. Biri kadın erkek eşitliğinin sağlanması, ikincisi ulusal sorunda eşitliğin sağlanması. İkisi de Rusya’nın hem sömürge gerçeği hem de kadının cins olarak sömürge gerçeğini açığa çıkaran ve oradaki eşitsizliği yasalar düzeyinde bir çırpıda halleden bir şey. Sovyet sistemi de öyle kuruldu zaten. Tüm sistem de böyle oluştu. Bütün uluslara kendi devletlerini kurma hakkı, ulusal toplulukların özel örgütlenme, özerk yapılar, otonom yapıların oluşması hatta otuz kırk kişilik toplumların bile kendine özgü bir özerklikleri oluyor. Kadın meselesinin esası buradaydı.
-Sosyalist bir kadın olarak, kadın mücadelesinde nerede duruyorsunuz? Eleştirileriniz, varsa önerileriniz neler?
O zamanlarda, yani 90’larda kadın mücadelesinin, örgütlenmenin ve programın temel ilkelerine dair kararname gibi bir yazı yazmıştım. Şimdi olsa çok dalga geçerdim kendi kavramlarımla ama bulamadım da yazıyı. Başlığı şuydu, “Programın ve Örgütlenmenin Temel İlkeleri”. Birincisi, partinin kadınlarını, partinin eşit üyeleri haline getirmek. Düşünün ki eşbaşkanlık sistemi bununla aynı şeydir, kadınların eşit temsiliyeti. Biz o dönemlerde bunları yazdık. Diğer partiye 2012’de o kararı aldırtabildik. Tarihte bir ilktir bizimki, 2009’da önce kadın meclisini kurduk, parti sonradan kuruldu. Aşçı kadının devlet yönetme fikrinin idrakini de Kürt hareketinin getirdiği yerel yönetimler kavramıyla sağlayabildim. Yerel yönetimler projesinin merkezinde kadın ağırlıklı bir yeni yaşam diyor. Sosyalist hareketin yapmaya çalıştığı da bu değil miydi? Şimdi adı Sovyet değil diye desteklememe eğilimi çok. Oysa SSCB adını aç, ilkelerini oku, aynısı. Böyle çarpık bilinçler aslında daha hızlı gelişmemizi önler. Kadın hareketinin de aslında böyle iğneyle kuyuyu kazar gibi bir gelişmesi vardır. Nitekim o 10 yıl boyunca feminist kadınlarla bizim aramızdaki ilişki gerilimli olarak oradan başladı ama zamanla 8 Mart’larda ortak olma zorunluluğu giderek her iki kesimi de hem çatıştırarak hem de birleştirerek ilerledi. Fakat şimdi hâlâ eski dönemlere dönmüş tartışıyorlar. Bence bu tartışmalar çok fuzuli. Sanki iktidara gidiyoruz da feministler o iktidarı almayın mı diyorlar şu anda? Böyle bir durum mu var?
Bu sığ bir düşünce. İktidara uzaklığımızdan dolayı devletle savaşırken veya küçük burjuva teorilerle, uzlaştırıcı toplumsal güçlerle uğraşırken Kürt Özgürlük Hareketinin bir devrim olarak geliştiğine, alanları açtığına ve şu anda onun iktidarla anlaşma aşamasında olduğunu da unutuyoruz.
Ben 2010’da bir metin, deklarasyon metni yazmıştım. Bir manifestoydu. Kadın devrimi ne demektir diye bir soru etrafında geçiyordu. İçinde Lenin’in iki tane maddesi var ya üçüncüyü de orada kavradım. Şöyle bir şey var, kadınla kadın arasındaki ilişkiyi yeniden kurmak demektir. Erkek egemenliğine göre kadınlar nedir? Dedikoducudur, kadın kadını çekmez, kadın kadının kurdudur. O bakış açısını kırmak aslında. Hangi eğilimden olursa olsun kadın hareketinin üç ana damarı var Türkiye’de. Bir: Feminist kadın hareketi. En eskisi ama onun toplumsallaşma şansı sınırlı, çünkü programı sınırlı. Kürk kadın hareketi ise zaten devrim içinde doğdu, Kürt kadın devrimini yaparak gelişti. Sosyalist kadın devrimi de bu iki etkenin içinde hem iki taraftan da alarak ve kendi programlarını uzun vadeli biçimde yaparak sıçramalı gelişti. Üç kadın, üç devrimci ve sosyalist kadınların hepsi, fark var elbette de ama o farklar bugün büyük bir kadın mücadele ordusu oluşturmanın önünde engel değildir. Birbirini etkileyerek, birbirini tamamlayarak birlikte yürüyüşü örgütlemelidir. Kadın devrimi de ancak böyle genelleşebilir, bence bunu hayat da doğruluyor. Mesela “Jin Jiyan Azadi” sloganı önceden de vardı ama İran’da bir eylemin, bir isyanın sloganı oldu ve bütün dünyaya birden yayıldı. Bu bir devrim halidir. MeToo eylemi Amerika’da doğdu. Bütün taciz ve tecavüze vakalarına, devlet şiddetine karşı örgütlenme orada başlamış oldu. Toplumda bu kadar yaygın bir tacize ve tecavüze karşı büyük bir bayrak gibi dolaştı. Bana sorarsanız eğer, şu anda kadın devriminin programının tamamını, “Jin, Jiyan, Azadi”, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” açıklıyor.
Aslında feministlerin uzun zamandır attığı “Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganı hiç de boş değilmiş. Biz, birinin orada söylediğinin biraz eğri tarafıyla uğraşarak yürüyemeyiz. Onun eğrisini de görebilirsin ama o eğriyi senin yeni bir doğruyla tamamlayıp tamamlayıcı olman gerekiyor. Şimdi son tahlilde bugünkü mücadele konjonktüründe de kadınlarla birlikte yürüyeceksin. Şimdi mesela bu yılın 25 Kasımda bütün Türkiye, Kürdistan, feminist, sosyalist, demokrat, sosyal demokrat kadınlar Ankara’ya toplansa da ellerinde mesela kadına ait bir simge olsa. Dövselerdi o simgeyle kadına bahşedilen şeyleri. Bence çok anlamlı olurdu. Yani Narin eylemi ile birlikte var ya kadınlar gece nöbetleri tuttular sahillerde, türküler yaktılar, videolar çektiler. Ben öyle düşünüyorum. Teorik, ideolojik eleştiriler yapılır; yapılmalı elbet ama yapılış tarzı önemli. Olabildiğince yürünen olayları objektif izlemen gerekiyor. Dokunmasın demiyorum ama tam yani kadın hareketinin birleşmeye ihtiyacı varken ayrıştırıcı bu tartışmaların kimseye bir faydası yok. Bu çok açık ve net söylüyorum. Bugünkü sonucu da öyle görüyorum. Olgun tartışmalar da değil, çiğ. Bir de bu kadar mesafe kat etmişiz. Bizim böyle yollara hiç ihtiyacımız yok ki.
Kadın hareketi artık bunları hiç yapmamalı. Hiç buradan yürümemeliler. Fakat insanlığın sadece kadın değil, insanlığın temelinde kadınlarda en ileri bölümü olması gerekiyor, her yerde. Çünkü en fazla kuvvet o ve çifte ezilme var birçok alanda. İşçi kadın, yazar kadın, hepsi emekçi kadınlar bunlar. Bu seviyenin aşılması gerekiyor. O yüzden de eleştiriyi önce kendi yanlışlarımızı düzeltmenin bir aracı olarak görmemiz lazım.
-Bize vakit ayırıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.