Alman Teli / Ulaş Adalı
Gökhan Taşyakan (Ulaş Adalı) yoldaş bir Devrimci Komünar olarak Kobanê Direnişi’nin romanını yazmayı çok istiyordu. Bu projesine başladı da… Paylaştığımız bu bölüm onun yazdığı ilk bölümdür. Sınırsızlığa uzanan yarım kalmış bu romanı tamamlayacağımızın bilinciyle yürüyor ve mücadele ediyoruz. Rojava Devrimi’nde ölümsüzleşen tüm yoldaşlarımız için…
ALMAN TELİ
“Göz gözü görmüyor hep pus,
takipteler ses etme sus!
Bir vakit donmuştu beynim,
düzlükteyken bitmiş seyrim…”
Ceza
“Ahh, aysız gecelerde olur, ne olursa…” Belki bazılarınızdır biliyordur bu gerçeği ya da bilemiyorum, belki de duymuşsunuzdur Ahmet Kaya’nın, Kılıç Balığı’nın Öyküsü’ndeki bu cümlesini… İşte bu akşam da aysız ve karanlıktı, hem de çok karanlık… Sanki soğuk bir kış gecesinin insanı ürperten tüm yanları toplanmış gibiydi karanlığa. Bütün doğa, börtü böcek, köpek havlamaları, uzak çakal sesleri ve cümle mahlukat da biliyormuşçasına bu gerçeği ayak uydurmuşlardı bir klasiğe! Evet hepsi bir bir ve sanki aynı anda bu müthiş manzarasızlığı tamamlıyorlardı. Acaba bilinmez olan, ne zaman cazip gelmeye başlamıştı ki insanlara? Yani tamam bilinmeyenden korkma edimi, mutlaka eski tanrıların işine yaramış olmalıydı ama ya korkmaktan vazgeçmek?.. Acaba hangi güdü insanları bu yola sevk etmiş olmalıydı? Eski tanrılar biliyorlar mıydı ki acaba, korkunun varlığını? “Korku insana dairdir!” demişti eski bir dostum. “Ve insana ait olan hiçbir şeyse bize yabancı değildir…” Karl Marks’tan bir alıntı yaptığını söylememişti ve sonradan anlamıştım ama olsundu! Önemli bir anda ve son derece yerli yerince kurmuştu ya bu tümceyi, gerisi önemli değildi… Ancak tarihin ilginç karşılaşmalarının salt bu çelişkiyle varolmadığını söyleyebilirim. Yine de “aşmak diye bir şey olmasaydı acaba nasıl olurdu hayatlarımız?” diye de düşünmeden edemiyorum. Gen aktarımı olmasaydı ya da eski kuşaklar bizleri yalnız bıraksalardı örneğin ne olurdu? Hiç kuşkusuz o zaman “biriktirme” diye bir şeyden bahsedemiyor olurduk, bu kesin! Eğer eski olan bilinmeseydi o zaman nasıl aşılabilirdi ki? Ya da başka bir şekilde söylersek, aştığımızı nasıl bilebilirdik? Öyleyse insanın bilinmeyenin üstüne gitmesinde bu biriktirme durumunun özel bir yeri olmalı diye düşünüyorum. Ve daha önemlisi eskiyi aşmanın yegane yolunun “korkuyu yenme edimi” ile doğrudan ilişkisinin bulunduğunu. Zaten aynı yasak değil miydi, elma aforizmasıyla karşımıza çıkan ve bizleri varoluş paradoksuyla karşı karşıya bırakan…
Evet, deneme-yanılma dediğimiz olgu, nice koşullarda insanlığın işine yaramış olmalıydı. Bu kesin! Ama yine de her şeyi deneme-yanılma ile çözmeye kalkmadığımızı da biliyordum. Çünkü insan faaliyetinin bir başka sonucu değil miydi, deneyim, kuşaktan kuşağa bilgi aktarımı ve bu yolla elde ettiğimiz biriktirme eylemi. İhtiyar bir kabile şefi, çatlatırken eskinin köhne dünyasını, ne kadar yanılmış olabilirdi ki acaba? Belki eprimiş bir geleceğe sahip olmaktan vazgeçtiği an’da, böyle bir eylemi yapmaya karar vermiş olabilirdi, kim bilir? Ancak bilinmez olana merak ve korkuyu aşma edimi, eskinin bağrından, onun tam da içinden çıkarak, yeniyi kurmayı mümkün kılabilirdi! Acaba tarihin, an’la yaşadığı bir çelişkisi var mıydı? Hani şu haklılık payesinin işe yaradığı, özgün zamanları görebilir miydik gerçekten?
Düşünüyorum, “soğuk bir kış gecesinden ne beklenebilir?” diye. Aysız ve karanlık bir geceden! Mesela soğuk bir çöl rüzgarının, belki de bir kelebeğin özgürlüğe kanat çırpabileceği türbülansı yaratabileceğini nereden bilebilir ki insan… Peki, bilmediğiniz bir yolda ve bal gibi de kaybolmuşken, kaybolmadığımızı düşündüğünüz oldu mu hiç? Uzun ve belirsiz ama bir o kadar da tanıdık gelen bir yolda… Yolun üzerinde hayal ettiğiniz gibi erguvan yaprakları, mor menevşeler ve kızıl top karanfiller olmayabilir. Ya da hayaliniz gerçeğin ötesine geçer ve tüm bu güzellikleri yaratabilirsiniz belki de! Bilinmez… Ancak bilinen şey, aslında o yolda daha önce hiç bulunmadığınızdır. Yani gerçek, soğuk bir kış gecesi kadar nettir! “Neden bu keremet dünya, gerçeğe bu kadar sıkı sıkıya bağlıdır acaba?” diye düşünmeden edemiyor insan. Daha da önemlisi, bu gerçeğin duvarı dediğimiz şey aşılamaz mı gerçekten? Peki hayallerimiz ne güne duruyor öyleyse? Ya da rüyalarımız ne işe yarıyor? Sizce de yeniyi yaratma eylemi, biraz da gerçek ile çelişmeye girmeyi göze almak anlamına gelmez mi?
Düz, derin bir vadinin hemen girişinde, aklımda birkaç düzeyde düşünce ile karanlığa baktığımı hatırlıyorum. Sonrasında ise soğuğu unutturan bir adrenalin ve biraz da bilinmez ya da bilinemeze doğru bir yürüyüşe başladığımı… Coşku, sevinç, umut ve bilinemeze koşan bir yeniyi kurma heyecanı! Evet biraz çelişik, ama bir o kadar da keyifli. Ancak açık konuşmak gerekirse soğuk çöl rüzgarları ile karşılaşacağımızı umduğum da pek söylenemez.
“İyi ama bir sınır neyi, ayırıyor olabilir ki?” diye düşünüyorum. Öte yanın neyi, bu yandan farklı olabilir? Evet, biraz erken konuştuğumu geç de olsa sonradan anlayacaktım. Aradaki farkın tarihsel bir karşılığı olduğunu unuttuğunuz anda gerçeği kavramak mutlaka zor olacaktır. Oysa bir sınırın, hatta sesleri yükselen kurdun, kuşun, bilcümle mahlukatın bile bir tarihi vardır değil mi? İşte başka bir soruyla karşı karşıya kalırız bu durumda. Tarih nedir? Tarih zamanın bir fonksiyonu değildir örneğin! Tüm evrenin ve dahi içindeki yoktan var, vardan yok olamayan şeylerin bile bir tarihi vardır ancak onun zaman ile özdeş olduğu iddia edilemez. Zaman sadece bir yardımcı ya da tarihi basitleştirmek için varolmuş bir sayaç değilse, nedir o zaman? Hızı, devinimi olan eşsiz bir ırmak mı yoksa… Peki hızını belirleyen şey nedir öyleyse? Ya da başka türlü sormak gerekirse, zamanın hızı değişir mi? Baştan söyleyeyim, ben değişebileceğine inanırım her zaman!
Ay karanlık gecede, sessiz bir ırmak gibi sızıyoruz gecenin yükselen göğüne… “Sessizlik, bazen en çok insana yaraşır” diyor bilge bir ozan. Oysa sessizliği parçalamak geçiyor içimden. Bir yağmur başlasa diyorum, yüksek volüme bir gök gürültüsü delse gecenin karanlığını. Elbette ki nafile bir istek bu benimkisi, geç de olsa anlıyorum. Hiçbir ses de yetişmiyor zaten, gök kubbenin ne üstünden ne de altından! Sessizliği, sevmekten başka seçenek bırakmıyorlar bizlere… “Bu sınırlardan çıkışımızı istiyorlar belki de” diyorum ve fakat bilmiyorum. Yine de olsun, sessizliğe, gürültülü bir dönüş için katlanırız biz de öyleyse, diyorum… Belki de bir kente girişin sessiz bir provasıydı bu çıkışımız bilmiyorum. Ama olsun şairin de dediği gibi “Belki yine geliriz…”
Gitmek, en sevdiğin kentleri ve insanları bırakıp ardın sıra. Kalbinin en yoğun atışlarını duyumsayarak ilerlemek. Yolların bilinmez oluşumunu kavrayamadan ve derin vadileri, akarsuları, geniş caddeler ve önün sıra dizilmiş alaman tellerini aşarak gitmek… Kendine daha az zaman ayırarak ve bir kibrit kutusu büyüklüğündeki peyniri dert etmeden ilerlemek. Aydedenin gülümseyen yüzünü bir kere olsun kendine siper edinemeden aşmak eskinin köhnemiş kara duvarlarını… Belki yeryüzü cennetinin, zamanın olağan akışına basit müdahalelerle gerçekleşebileceğine inanarak, tarih denen o muazzam büyüklüğü yok saymadan, yani onunla bir mücadeleye girmeden varolmak zamanın içerisinde…
Evet, zamanımızın artık büyük kahramanlara yer ayırmadığını biliyorum! Mesih, gezgin, ya da büyük tarih yapıcıları da çok eskilerde kaldılar, biliyorum. Ve fakat “istisnalara gerçekten de hiç yer kalmadı mı?” diye sormadan edemiyorum. Bir boşluk nasıl sararsa geceyi, öyle sarıyor bu anlamsız düşünceler beynimin hücrelerini. Oysa basit olanla ilerlemek her zaman daha akılcıl bir seçeneği oluşturmaz mı? Bir anda, “dur” diyorum kendime, gerçeğin sıkıcı yanına alışmasan da yok sayma… Sadece çeliş! İşte o zaman iyiden iyiye bir parmak şıkırtısıyla durdurabileceğime inanmaya başlıyorum zamanı ya da o’na bir anda devinim kazandırıp yüksek bir debi ile hareket etmesini sağlayabileceğimi… Oysa vakit yok tüm bunlara biliyorum, şimdi karanlığı yırtıp, yeryüzünün tüm gecelerini bir şafak gibi aydınlatma zamanı!
“Em bîçin! Bîçe, bîçe, bîçe…”
İşte işaret geldi, gidiyoruz anlaşılan. Ne anlama geldiğini sadece yapılan el hareketlerinden anlıyor olsam da haklı olmak yine de iyi bir şey. İşte, genç bir adam el işaretleri ve sözcükleriyle dizilmemiz gerektiğini belirtiyor. Çok ağır olmayan, küçük sırt çantalarımızı yanımıza alıp tek sıra halinde ve düşük ritim ile yürümeye başlıyoruz. Hemen arkamda Emre yer alıyor, önümde ise Tamer (Şehit Mahir Arpaçay). Düz bir toprak üzerinden biraz bata çıka da olsa ilerlemeye başlıyoruz. Birkaç gün önce yağan yağmur toprağı nemlendirmiş olmalı! Ve sanırım killi bir toprak üzerinde ile ilerliyoruz. Çünkü ayakkabılarımız çamurla kararak kendini büyütüyor, büyütüyor…
Sakin bir yürüyüşteyiz vesselam ve fakat içinde bulunduğumuz derin sessizlik büyük bir tezat oluşturuyor hareketimize. Oysa birazdan koşmaya başlayacağımızı biliyorum. Birazdan yırtacağız bu sessizliği ve derinden ilerleyişimizi! Yine de anlayamadığım bir şeyler var. Öncelikle bu sis ve pus nereden çıkmıştı, öyle üç-dört metreyi zor gösteren cinsinden! Oysa sadece on beş dakika önce gökyüzünün bütün yıldızlarını gördüğüme yemin edebilirim. Ama işte şimdi sadece bulutsu bir gökyüzünün üstünde yürüyormuşuz duygusuna kapılıyoruz…
Tamer, eliyle sol tarafı göstermeden edemiyor. Çünkü bir panzerin olsa olsa on beş metre yanından ilerliyoruz. Bir hemşire gibi parmağımı ağzıma götürüp sus işareti yapıyorum! Ve evet, eski bilge ozan haklı olmalı diyorum, “sessizlik en çok insana yaraşır…” Soğuk bir esinti, biraz sessizlik ve “az kalsın”larla dolu ceplerimiz.
Suyun öte yakasını bilirim, sınırın bu yakasını da görmüştüm bir vakitler… Başka bir coğrafyanın, Lübnan’ın izlerini takip ettiğim bir yolculuktan kalma, sınırlı bir geçiş güzergahı olarak. Ancak bu sefer daha öncekilerden biraz daha farklı olacak. Evet, bir süre yürümeye devam ediyoruz. Sesler hep aynı uzaklıktan geliyor ve ışıkların mesafesi de hep aynı. Sanki seyir halinde olan biz değiliz de onlarmış gibi geliyor insana… Uzak olan ise asla yakınlaşmıyor… Şu koş komutu da gelmiyor bir türlü! Sadece köpek havlamaları yoğunlaştığı zamanlarda yere çökmek durumunda kalıyoruz. Biraz bekliyoruz ve sonra da ağır aksak bir yürüyüş kolu oluşuyor tekrar ve tekrardan…
Az önce bir telin yanından geçtik, öyle yüksek falan da değil neredeyse yerde bulunan bir bahçe teli. En az beş yüz-altı yüz metre yürümüş olmalıyız, diye düşünüyorum. Ancak bir türlü koş komutu gelmiyor kılavuzumuzdan, sadece sessizlik, derin bir sessizlik. “Şşşşştttt!” Göz gözü görmez bir bulutsunun içerisinde, takılmadan, düşmeden, kaybetmeden önünde ve arkanda gölge gibi yürüyen insanları, bir ırmak gibi akmaya çalışmak ne garip bir duygu! Bir Alman telinin yanı başına geliyoruz. Bir bir aşmaya başlıyoruz telleri, takılarak, biraz yırtarak da olsa bedenimizi, büyük bir sıkıntı yaşamadan geçmeyi başarmamız iyi bir duygu. “Kaç tane daha var acaba önümüzde?” diye düşünürken, biraz hızlanmamız gerektiği belirtiliyor. Teli geçen bir sonrakine yardımcı oluyor ve önündeki fark açılmasın diye acemi bir acele ile hareketini sürdürüyor. İşte neredeyse bitti! Artık son geçişler de tamamlanıyor. Derken siren seslerinin birden arttığını ve arkamızda bariz bir hareketliliğin çoğaldığını fark ediyorum. İşte, koş komutu da geliyor diye düşünüyorum ama bir kez daha yanılıyorum. Sakin ama bütün yol boyunca olduğundan biraz daha hızlı yürümeye devam ediyoruz. Arkamızdan megafonla bir ses geliyor. “S.tirin gidin lan buradan, bir daha da dönmeyin o…çocukları… Ulan sizi bir yakalarsak var ya, hepiniz orada inşallah geberirsiniz!” Bir anons için oldukça kibar bir söylem! Resmi, hem de çok resmi!
Biraz geç de olsa fark ediyoruz artık, ama evet sınırı geçmiş olmalıyız. Çünkü galiz küfürler devam etse de hiçbir araç hareketliliği yok. Yani takip etmek için artık çok geç kalmış olmalılar! Oysa daha hareketli bir geçiş macerası beklediğimi itiraf etmem gerekiyor. Özellikle bizden önceki grubun bir hafta ve beş denemede geçemediğini öğrendikten sonra bu hissim daha da pekişiyor. Ancak hiç ama hiç beklemediğim kadar kolay bir geçiş yapmış olmamız beni oldukça şaşırtıyor. Daha olmalı, daha aşılması gereken teller, hendekler filan yer almalı önümüzde diyorum ama bir hendek bile göremeden tamamlıyoruz geçişi… Sis ve pus, aysız ve karanlık bir gece ve gecenin rengine girmiş bir grup insanla başarıyoruz sınırın bu yakasına geçişi. Şaşkınlığımdan kaynaklı ne kadar daha yürüdüğümüzü hatırlayamasam da bir otoparkı andıran, yüzlerce aracın bulunduğu geniş bir alana varıyoruz. İlk sigaralarımızı yaktığımızda, keyifli, şaşkın ancak mağruruz. Ve işte sessizlik de kendisini bir anda başka diyarlara gönderiyor!
Sonradan öğreniyoruz, sis ve pus çok işimize yaramış. Yolu uzatmak yerine, asker tanklarının dibine kadar sızmışız. Yani bizim klavuzumuz soruyu, çalışmadıkları yerden sormuş! O nedenle, koşma, hendek, zor aşılan teller, sıkılan kurşunlar, işleyen sirenler… hepsi ama hepsi başka geçişlere kalıyor. Şans işte! Yapacak bir şey yok. Tamer, “yak bir cigara” diyerek yeni bir tane ıızatıyor. Emre ise “ben geçtiğimizi, buraya gelinceye kadar anlamamıştım” demez mi? Tabii patlatıyoruz kahkahayı… Hoş, halen geldiğimiz yerin neresi olduğunu bilmiyoruz ama sigara vakabildiğimize göre, güvenli olmalı. Uzaktan kurşun sesleri geliyor. “Eğilmemiz gerekir mi?” diye soruyor yanımızdaki gençlerden biri. “Rahat olun” diyor sırtında AK47 Kaleşnikof asılı arkadaşlardan birisi. “Burası bize ait bölgedir. Herhangi bir kurşun sekmesinin buraya ulaşması için bir mucize gerçekleşmesi gerekir.” Daha sonra 30’1u yaşlarında bir adam, tek tek el sıkışarak hepimizi selamlıyor…
“Serkeftin! Hevalen heja, her hatin! Serkeftin!” Tamer’e bakıyorum çünkü epey yüksek bir sesle Emre’ye arkadaşın ne dediğini soruyor; “Başarılar, sevgili arkadaşlar, hoşgeldiniz” diyor. Bir nevi -Welcome to Kobanê” yani. Hoşbulduk desene sen de! Neden “spas xweş?” diyorsun. Sen Kürtçe biliyor musun? Yooo, ama “spas”ın teşekkürler demek olduğunu biliyorum. Ama Kürtçe’de “hoşbulduk” kelimesinin tam karşılığı olmadığını bilmiyorsun değil mi? “Di nav xêr lê be” denilebilir ama o da çok akademik yani kimse anlamaz. Nasıl yani, “spas xweş” hoşbulduk yerine mi kullanılıyor? Evet, neden şaşırtıcı geldi ki? Mesela İngilizce birisi sana teşekkür edince, bir şey değil demek için ne cevap verirsin? Bilmem, “your welcome” derim herhalde. Haaa şimdi anladım, tamam tamam. Bir şey değille, “your welcome”ın ne ilgisi var, diyorsun yani. Ama işte yine de öyle deniyor. “I understand!”
İşte Tamer de Kürtçe dersine başlamıştı bile… İşin aslı Emre’nin pek iyi bir Kürtçesi olduğu söylenemezdi ya yine de burada çok işe yarayacağı aşikardı. Hele hele benim ve Tamer’in hiç bilmediği düşünülürse, Emre’nin düşündüğünden de çok…
Gerçekten burası neydi acaba? Yani devasa bir otoparkı andıran ama bir arsa olduğu da bariz anlaşılan böyle bir yere neden ihtiyaç duymuşlardı? Biraz dinlenebileceğimiz söylenmişti. Ben de etrafa dikkatlice bakmaya ve nerede olduğumuz konusunda fikir edinmeye çalışıyordum fakat sis o kadar yoğundu ki nereden geldiğimizi dahi kaybetmiştim. Ancak etrafımız hareketliydi. Saat neredeyse sabaha karşı olmasına rağmen epeyce insan sağda solda bulunuyordu. Tabi bizim dışımızda hemen herkeste bir de tüfek vardı. Genelde kurulan tüm cümleler Kürtçe idi. Sadece sağ tarafımda bir ses yine Kürtçe’ydi ama dikkatimi çekmişti. O zaman tam anlamasam da sanırım “Çepi Tîrk” denmişti. Gayri ihtiyari dönüp baktığımı hatırlıyorum. Evet, haklıydım bizi ilgilendiren bir cümle kurulmuştu. Tam Emre’ye cümlenin anladığım kadarıyla olan bölümünü soracaktım ki, bize doğru yönelen bir arkadaş olduğunu fark ettim. Emre de zaten benim gibi çoktan ayağa kalkmıştı.
Şevbaş heval, Çepi Tirk ki ye?
Em Çepi Tirka heval. Çawa yi, baş e?
Her hatin heval, baş e, rawşeta çawa yi?
Baş e!
Herhalde bize “Türk cephesi” gibi bir şey diyorlar, diye düşünmüştüm ama sonradan anladım ki “Çepî Tîrka!”, “Türk Solu” demekmiş.
Aynı arkadaş bize dönerek sordu:
Kurmanci zani heval?
Vallahi nizanim heval!
Mecburen biz Türkçe konuşacağız o zaman. Hoşgeldiniz!
Eyvallah, hoşbulduk.
Arkadaşlar bildirmişlerdi geleceğinizi. Şu an henüz kentin dışındayız ama içinde de küçük de olsa bize ait bir bölüm var. Birazdan gideceksiniz oraya, bir şey olursa arkadaşlar yardımcı olur zaten.
• Sağolasın heval, Kobanê’de genel olarak durum nasıl?
Durumlar iyi, eskiye göre biraz daha ilerleme kaydettik diyelim. Bu gelen minibüs de sizin için geliyor. Arkadaşlar zaten nereye götüreceklerini biliyorlar. Var mı acil bir ihtiyacınız ya da herhangi bir şey?
Yok, sağolasın.
Serkeftin! Heval heja.
Serkeftin!
Minibüse binip gitmeye başladığımızda saat 03.30’u geçiyordu. Yaklaşık 25 kişi, biraz pestil usulü bindiğimiz aracın içinde bir o yana bir bu yana sallanarak ilerliyoruz. Güneybatı yönünde yaklaşık bir on dakika yol aldıktan sonra tam batı yönüne doğru biraz yön değiştirdik. Şoförümüz de zaten Türkiye sınırına paralel ilerlediğimizi teyid etti. “Bu gördüğünüz hep Bakûr’dur!” diyordu. Aslında çok da bir şey gördüğümüz söylenemezdi ama gene de anlatması iyi oluyordu. Eğer ki birisi bana hangi tarafta daha çok ışık var diye bir şey sorsaydı, tam emin olamazdım. Sadece iki tarafta da pek bulunmadığım söyleyebilirdim ancak…
Sınıra paralel ilerleyen caddenin üzerinde derin yarıklar oluşmuştu. Bu da arabanın biraz daha çok sarsılmasına sebep oluyordu. Evlerin genel biçimi ise istisnalar hariç, tek ya da çift katlı ama Türkiye’deki evlerden biraz daha yüksek olmasıyla dikkat çekiyordu. Hemen hepsinde ise küçük pencereler yer alıyordu. Yine azımsanmayacak oranda dış yüzeylerinin sıvasız olması beni biraz şaşırtmıştı. Çok az görme fırsatım olsa da evler, köy değil daha çok şehir gecekondularını andırıyordu. Ancak hiçbir evde kiremit çatı bulunmuyordu. Tamer “eskiden buralar hiç de fena değilmiş! Savaştan önce görebilseymişiz bir de, tabii çok başka olurdu herhalde…” dedi. Arabayı süren arkadaş, “burada çok yıkım olmadı henüz, diğer yerleri görseniz, burayı arayacağınıza eminim” diyerek karşılık verdi. Buna şüphe yoktu hiç kuşkusuz! Ve fakat şimdilik başka bir yeri görme olanağımız da yoktu. Zaten araç da dar bir sokaktan sağa, şehrin içine doğru giriş yaptı. Çok değil elli-altmış metre ilerledikten sonra da küçük bir satırın önünde durdu. Adı geçen “hendek ve satırlar” bunlar olmalıydı diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Sonrasında ise sağlı, sollu boş gözüken evlerden bir tanesine gittik. Ancak girdiğiniz evin sadece bir odasında otuzdan fazla insanın yatıyor olduğunu gördüğümde biraz şaşırmıştım. Her yer ama her yer AK47 Kaleşnikoflarla doluydu. Tamer, Emre ve ben biraz zor da olsa yer bulmuştuk. Artık arada derede uyuyacaktık… Hava soğuk olmasına rağmen içerisi son derece sıcakta. Sonradan Tamer heyecandan hiç uyumadığını söylemişti. Emre de benim gibi hemen uykuya daldı. Sanki bize uyku, her şeyden daha fazla ihtiyacımız olan bir şeymiş gibi gelmiş olmalıydı. Sabah erken kalkacaktık! Dinlenmek iyidir…
İşte Kobanê’ye gelmiştik. Aysız, karanlık bir gecede ve fakat beklenenden çok daha basit bir biçimde… Ancak elbette ki bundan sonrası önemli olacaktı. Ve işte artık her şey sanki yeni başlıyordu! Kim bilir belki de bir kelebeğin özgürlüğe kanat çırpabileceğini ya da hayal ettiğimiz erguvan yaprakları, mor menevşeler ve kızıl top karanfilleri görebilecektik… Bilemiyorum… Ama başka bir şey biliyorum. Hızı, devinimi olan eşsiz bir ırmağın içinde, gerçekle çelişmeyi göze almak iyidir! Ya da bunu denemeye değer diyelim…
Öyle ya, “Şimdi değilse ne zaman?”
Sabah Rojbaş çekildiğinde saat 05.30’du! Hızlıca tüm yataklar toplandı, oda temizlendi ve evin avlusunda gürültülü bir kalabalık bir araya geldi. İkişerli üçerli hemen herkes bir tarafta bir şeyler konuşuyordu. Nadiren bizim gibi Türkçe konuşanlar olsa da ağırlıklı dil Kürtçe idi. Sanırsam en dikkat çekici toplam biz olmalıydık. Çünkü arkadaşlar bir şekilde yanımıza gelip sohbet etmeye özen gösteriyorlardı. Onlarca kişiyle tanıştığımızı hatırlıyorum. Ancak tabi isimleri akılda tutmak neredeyse imkansızdı. Çekdar, Berxwedan, Botan, Agit, Mazlum… Genelde bizler gibi şehit arkadaşların isimleri tercih edilmişti hep. Kürtçe bilmememiz, nereden geldiğimiz konusunda merak uyandırıyordu mutlaka. Tabii bazı arkadaşlar da genel olarak “bizi” tanıdıkları için yardımcı olmaya çalışıyorlardı, o ayrı.
Sabah sporundan önce sigara yasaktı. İlk öğrendiğim kelimenin “quadexe” olması biraz manidar olsa da biraz olsun Kürtçe öğrenmek iyi olabilirdi. Sanırım en büyük zorluğu dil konusunda yaşayacaktık.