Suat Derviş, Feminist mi Komünist mi? – Zehra Ören
“Osmanlı kadını” imgesi, Başak Tuğ’un da belirttiği gibi (2016), sorunlu bir kategori oluşumudur. Oryantalist bakış açısı saraylı kadını cariyelik ve harem kurumuyla ilişkilendirirken, bir yandan da modern çekirdek Türk ailesinin antitezi konumundaki ezilen geleneksel Osmanlı kadını hiçbir politik duruşu yokmuş gibi tasavvur edilir (s.41). Oysa Avrupa’daki 1. Dalga feminizm olarak adlandırılan hareketler, son yıllarında da olsa Osmanlı Devleti’ni de etkilemiştir.
Bu ilk yılları betimlemek için Deniz Kandiyoti’den erkek feminizmi tanımlamasını ödünç alabiliriz. Kadın nedir? Kimdir? Toplumdaki yeri nedir ? gibi sorulara verilen yanıtlar genellikle kadın mahlaslı erkek yazarlardan gelir. Yine de özellikle dergiler ve dernekler çevresinde bir araya gelen kadınlar zamanla erkeklerden bağımsız bir hareket ortaya koyabilmiştir. Bunun en büyük göstergesi Nezihe Muhiddin, Fatma Aliye, Zabel Yasayan gibi figürlerin çalışmaları, yazıları ve örgütledikleri kadınların sayılarıdır.
Suat Derviş (1901-1972) de geç Osmanlı – yeni Cumhuriyet dönemi kadın yazarları arasında yer alır ve geçimini genç yaştan itibaren kalemiyle kazanır. Çok sayıdaki romanlarının hepsinde kadın karakterlerin kadınlık ve aile sorunlarını işlerken, çok sevdiği gazetecilik yazılarında değindiği konular ve yaptığı röportajlar çeşitlenir. Toplumcu gerçekçi bakış açısını hayatının ilk yıllarında olmasa da ince ince işleyerek derinleştirir. Ölümünde okuyuculara bıraktığı soruysa Suat Derviş’in feminist mi yoksa komünist mi sayılması gerektiği olur.
Şüphesiz ki bu sorunun kaynağında bu iki mücadelenin birbirinden farklı politik talepleri olduğuna duyulan inanç ve birbirlerini yeteri kadar besleyememelerinden kaynaklanan bir tepki yatmaktadır. Gerçekten de feminizmin bazı yorumları, komünist mücadeleyi kadınların toplumsal ve biyolojik cinsiyetlerinden doğan sorunları örtbas etmek istemekle ve çözümü “devrimin ertesine” bırakmakla suçlarken, komünist mücadelenin en azından bir kısmı da uzun yıllar boyunca feminizmi temel sınıf mücadelesini bölmeye çalışan bir burjuva hareketi olarak tanımlayıp reddetmiştir.
Suat Derviş, bu iki mücadele arasında taraf seçmiş midir? Bu yazıda, kendisine feminist demekten imtina etmesinin, kadınların toplumsal yaşamda karşılaştığı sorunlara gözlerini kapatması anlamına gelmediğini, tam tersine onu feminizm içinde konumlandırdığını savunacağız. Fakat feminist hareketin kendi içindeki bakış açısı farklılıkları, Suat Derviş’in feminizminin de tartışmaya açık bir yerde durmasını sağladığını belirtmeden geçmeyeceğiz.
Öte yandan, komünist duruşun gerektirdiği sınıfsal duyarlılığının hem edebi hem gazete yazılarında hem de biyografisinden öğrenebildiğimiz kadarıyla bireysel hayatında büyük yer kaplıyor oluşu, dönemin Türkiye Komünist Partisi’yle ilişkileri ve Sovyetler Birliği hayranlığını açıkça dile getirmekten kaçınmaması açık ve net bir şekilde Suat Derviş’i komünist düşüncenin de önemli bir temsilcisi yapmaktadır.
Bu minvalde (sözde) “feminizm-komünizm” çatışmasına değinmek, Suat Derviş’i bu iki mücadeleden birine yerleştirmek isteyen tartışmanın sebebini daha iyi anlamak için önemli olacaktır. Yazının ilk kısmında buna değineceğiz. İkinci kısımda Osmanlı-Türk modernleşmesinin kurduğu kadın öznenin ulus devletleşme sürecinde nereye tekabül ettiğini sorgulayacağız. Son olarak da Suat Derviş’i kendi hayatından ve çalışmalarından yola çıkarak bu tartışmalar ve süreç içinde konumlandırmaya çalışacağız.
- Feminizmler ve Kadınları
Feminist mücadele, Batı eksenli yorumlarında üç dalgaya ayrılarak incelenir. Bu bölümlemenin işlevselliği kendi içinde tartışılsa da feminizm tarihini anlamada yardımcı olmaktadır. Birinci dalga, 17. Yy. sonlarından itibaren yeşermeye başlayan temel hak talepleri çevresinde şekillenir. Olympe de Gouges’un 1791 yılında İnsan Hakları Bildirgesi’nden esinlenerek kaleme aldığı Kadın ve Kadın Vatandaş Hakları Bildirgesi ve Mary Wollstonecraft’ın aynı yılda yayımlanan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi isimli kitabı bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.
Oy, mülkiyet, evlilik, eğitim ve çalışma hakkı gibi hukuk önünde eşitlik talep eden mücadeleler bu dönemde verilmeye başlanmıştır. Kadınlığın ne olduğuna dair tartışmalar henüz gün yüzüne çıkmamış, toplumsal olarak nötr kabul edilen ve siyasal hakları tekelinde tutan erkeklerle eşit derecede vatandaş olma fikri yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu yüzden bu dönem eşit haklar feminizmi olarak da bilinir.
İkinci dalga feminizminde, kadınların, kadın oldukları için sahip olmaları gerektiği haklar, doğum kontrol, kürtaj, cinsel özgürlük gibi konulara değinilerek savunulmuştur. Simone de Beavoir’ın 1949 yılında yayınladığı İkinci Cinsiyet kitabı, bu dönemin miladı olarak kabul edilebilir. “Kadın doğulmaz, olunur” mottosuyla, kadının ev içi ve aile yapısındaki konumu, doğurganlığı aracılığıyla bedeni üzerinde kurulan tahakküm ve ahlak yasalarıyla sınırlandırılmış cinsel özgürlüğü, yine bu dönemde tartışmaya açılır.
Her şeye rağmen bu döneme damgasını vuran batı feminizmi kendi içinde çok seslidir. Marie-Jo Bonnet, Fransız feminizminin dönüm noktalarından olan MLF hareketini anlattığı kitabında (Bonnet, 2018), dünyada ses uyandıran bu tekil hareketin bile kendi içinde nasıl farklılaştığını anlatır. Bu farklılıklar hem üçüncü dalga olarak işaretlenen dönemi belirleyecek, hem de feminizm algısının çok sesli dağılımının yolunu açacaktır. Gerçekten de MLF içerisinde kendilerini “Devrimci Feministler”, “Kızıl Lezbiyenler” olarak adlandıran grupların yanında “Homoseksüel Devrimci Hareket Cephesi”, “Psikanaliz ve Politika”, “Spiral Cadıları”, “Feminizm ve Ekoloji” gibi oluşumlar da bulunur.
Devrimci Feministler patriyarkanın Marksist analiziyle kapitalizmin feminist analizini birleştirmeyi hedefler. Homoseksüel Devrimci Hareket Cephesi, kadın emeğini sömüren ataerkil sistemin kendilerini de ezdiğini söyleyen, daha çok homoseksüel erkeklerden oluşmuş bir grup olarak MLF’i destekler. Kızıl Lezbiyenler, FHAR’ın MLF’le organik bağını sağlayan ve “lezbiyenler kadın değildir” diyen Monique Wittig etrafında birleşen kadınlardan oluşur, ki bu söylem ve Monique Wittig’in yazdıkları 3. Dalga feminizmine de alan hazırlayacaktır. Feminizm ve Ekoloji grubu Türkiye’de henüz tanınmayan ve Ekofeminizm kavramıın yaratıcısı olan Françoise d’Eaubonne tarafından kurulmuştur. Psikanaliz ve Politika grubu Antoinette Fouque etrafında birleşmiş, annelik, psişik kadınlık gibi kavramlar üzerinden akademik çalışmaları derinleştirmeyi amaçlamıştır. Spiral Cadıları ise kadınlığın mistik boyutuna erişmek ve güçlendirmek, mücadeleyi buradan temellendirmek gerektiği düşüncesine kapı açmıştır. Burada değinemeyeceğimiz daha birçok bakış açısı, feminizm kavramını bugüne getiren görüşlerin ne kadar çeşitli olduğunu gösterir ki henüz üçüncü dalga feminizmi ortaya çıkmamıştır.
Geç Osmanlı, erken Cumhuriyet dönemi Türkiye feminizmini anlamak için yukarıdaki bakış açılarının yorumlarına başvurmak kronoloji hatasına düşmek gibi görünebilir ama bir düşüncenin henüz kuramsallaşmamış olması, o düşüncenin yaygın olmadığı anlamına gelmez. Bu minvalde, Suat Derviş’in yaşadığı dönemin kadın tahayyüllerini anlamak için Devrimci Feministler ve Kızıl Lezbiyenler’i ortaklaştıran materyalist feminizm ile yine Kızıl Lezbiyenler ve Psikanaliz ve Politika gruplarını ortaklaştıran ayrılıkçı –différentialiste– feminizm akımlarını ve bu kesişim/ayrışma noktalarını daha yakından tanımak gerekiyor.
Materyalist feminizm akımı, özellikle Christine Delphy’nin Baş Düşman (1998) isimli çok ses getiren kitabında kendisini gösterir. Delphy bu kitabında, kapitalizmin geleneksel çekirdek aile üzerinden yeniden üretiminin kökeninin kadın emeğinin ev içi sömürüsünden geçtiğini ortaya koyar. Bu düşünce akımı, kadınlık olgusunun, ataerkil kapitalist sistem tarafından nasıl şekillendirildiğini, bunu yaparken ne tür tahakküm yöntemleri icat ettiğini tartışır. Monique Wittig’in “lezbiyenler kadın değildir” söylemi, tam olarak bu noktada, kendilerine dayatılan heteronormatif kadınlık algısını kırarak hayatlarını ve mücadelelerini diğer kadınlarla ortaklaştırmayı seçen ve bu yolla erkek egemen düzenden kurtulmayı hedefleyen lezbiyen kadınların, verili “kadınlık” kavramının dışında kalacağını iddia eder. Böylece, doğulmayan ama olunan kadınlığın, ezilen sınıf konumuna sıkıştırılmasını reddederken lezbiyanizmi politik bir yöntem olarak da konumlandırır.
Monique Wittig gibi materyalist bir feministi Antoinette Fouque gibi ayrılıkçı bir feministle ortaklaştıran şey, ikisinin de kendi tanımlarıyla kurdukları kadını, erkeğin karşısında tutmalarıdır. Onları ayrıştıran ise kadınlık tanımlarındaki oluşum sürecinde yatar. Wittig ikili cinsiyet sistemi ve dolayısıyla kadınlığın toplumsal inşasını aydınlatırken, Freud, Lacan gibi psikanalizcilerin ekolünden gelen Fouque kadınlığın biyolojik cinsiyet temeliyle ilişkisini savunur ve anneliğin kadın kimliğindeki kurucu rolünü araştırır.
Fransız Feminizmi olarak adlandırılan bu tartışmalar, 1990’lara gelindiğinde Amerika özelinde ortaya çıkan, gelişen üçüncü dalga feminizmine yansımıştır. Judith Butler’ın önünü açtığı queer akımı, Wittig’den etkilenerek verili toplumsal cinsiyet monopolünün yıkılabileceğini ve şayet çoğaltılabiliyorsa çok-kimlikliliğin hiç-kimlikliliğe yol açması gerektiğini savunur ve ikili kadınlık-erkeklik sisteminin ve heteroseksüelliği normal kabul eden heteronormatif düzenin ilgasını talep eder. Böylece feminizmin öznesi “kadın”, baş düşman da “erkek” olmaktan çıkar ve toplumsal cinsiyet norm sisteminin kendisi hedeflenir.
Türkiye özelinde feminizm, Birinci dalgayı eş zamanlı olarak özümsemişse de ikinci dalga tartışmaları Batıda olduğu gibi İkinci Paylaşım Savaşlarından sonra değil, 1980’lerden itibaren yerleşmiştir. Bu gecikmenin en büyük sebeplerinin Türkiye siyasi tarihinde yattığı iddia edilir. 1960-70’lerin sağ-sol polarizasyonu ve bu bölünmenin şiddeti, faşizme karşı kenetlenen sol cepheyi feminizmi liberal burjuva hareketi olarak görmeye itmiştir. 1930-1980 arası dönemin sosyalizmin erkek yarı yüzyılı olarak da bilinmesi de bu yüzdendir.
1980 yıllarından itibaren Gülnur Savran, Nesrin Tuna gibi kadın sorunsalının kapitalizme içkin olduğunu ortaya koymaya çalışan sosyalist feministler, feminizmi devrimci ideolojiye dahil etmeye çalışmışlardır. Yine de “büyük mücadeleyi” bölmeye çalışmakla itham edilen, en iyi ihtimalle analıktan bacılığa terfi edilen kadınlar, feminizmin burjuva uğraşı olmadığını kanıtlamak zorunda kalmıştır.
Nitekim devrimci mücadelenin gerektirdiği kolektif irade ve kapitalizmin sızdığı bireysel yaşam kodlarını özeleştiri merceğine sokma zorunluluğu, Christine Delphy gibi materyalist feministlerin işaret ettiği patriyarkal-kapitalist sömürü mekanizmalarının bizzat feminist kadınlar tarafından aydınlatılmasını gerektirir. Nasıl ki toplumsal cinsiyet mücadelesi çerçevesinde ayrıcalıklı konumda olan erkeklerin onları bu noktaya ulaştıran yapısal faktörlerle kurdukları ilişkiyi feminist mücadeleyi ciddiye alarak özeleştiri yoluyla fark etmesi ve buna karşı mücadele etmesi beklenebilirse, toplumun altyapısını oluşturan sınıfsal mücadele çerçevesinde ayrıcalıklı konumda bulunan kadınların da aynı patriyarkal-kapitalist mekanizmayı ve kendilerini ayrıcalıklı konumlara getiren faktörleri ifşa etmeleri ve bunlara karşı savaşmaları gerekir.
Üçüncü dalga feminizmin Türkiye’ye ulaşmasıyla, post-modernizmden beslenen kimlik mücadeleleri ve bu mücadelelerin kapitalizmin genişleyebildiği tüketim alanları haline gelmesi, pink-washing gibi olguların ortaya çıkmasına sebep olmuş, gökkuşağı ya da mor renkli tüketim ürünlerini aktivist kimliğin toplumsal olarak tanınmasını kolaylaştıran işaretlere dönüştürmüştür. Sınırsız özgürlük ideali, ulus-ötesi burjuva sınıfının küresel olarak örgütlediği emek piyasasının ayrıcalıklı konumunda yer alabilen “vicdan” sahibi aktivistleri sosyal medyada bir araya getirmiş ve birbirlerinin ürettikleri “sistem eleştirisi” söylemlerini tekrarlayarak mücadele edebilecekleri fikrini yerleştirmiştir. Kamusal alanda güçlenen, emek piyasasında görece zenginleşen ve iktidar akışının bir yerinden tutabilen kadınlar ve feminizmleri de modaya uygun mücadele alanlarını üretim ilişkilerinin ve sınıfsal konumun belirleyiciliğini yok sayarak sahiplenmiştir.
Şüphesiz ki bu sonuç ne feminizmi ne de komünizmi karalamak için kullanılamaz. Tersine, “patriyarkapitalizm” gözden çıkarabildiği her özneyi çiğneyerek, sömürebildiği her bireyi kendi sömürüsünün gönüllü bir katılımcısı haline getirerek ilerler. Feminizm mi, komünizm mi sorusunun semptomu olan bu mekanizmaların ifşası, özeleştiri süreçlerinin hareket noktası olarak kabul edilmelidir.
Geç Osmanlı – erken Cumhuriyet dönemi feminizminden bahsederken bu tartışmaları akılda tutmak, tarih okuması yaptığımızda konumlandırmaya çalıştığımız -Suat Derviş gibi- özneleri ne kadar bugünden doğru okuduğumuz konusunda bize uyarıda bulunmalıdır. Bu uyarılar eşliğinde, bizi ilgilendiren dönemin bağlamına bir göz atalım.
2. Türk-Osmanlı Modernleşmesi
Fatmagül Berktay’ın belirttiği gibi (2012, s.298) “Türk modernleşmesinde, kadınlara bir yandan Batılılaşma ve modernleşmenin taşıyıcılığı rolü verilmiş, diğer yandan da bu rolün sınırları erkekler tarafından sıkıca çizilmiştir”. “Ev ve Kadın”, “Dişi Kuş”, “Familia” gibi 1940’larda yayımlanan dergilerde erkek bakış açısıyla kurgulanan ideal anne-kadın figürleri, Tanzimat batılılaşmasından beri süregelen kadın imgesinin çelişkili durumunun devam ettiğinin kanıtı olarak kabul edilebilir.
Yine de bu erkek feminizmi, kadınların kendi hakları için mücadele etmelerine engel olamamıştır. Batıyı sarsan birinci dalga feminizm, geç Osmanlı kadınlarına da ulaşmış, vatandaşlık, boşanma, çalışma, aile içi statü gibi temel hak arayışları, Osmanlı kadınlarını da örgütlemeyi başarmıştır.
Seçme ve seçilme gibi vatandaşlık hakları talep edildiğinde “vatan için savaşmıyor olmak” kadınlara yöneltilen en büyük argümandı ve hem dünyada hem de Türkiye’de “gerekirse savaşırız”dan, “kadın barışın bekçisi olmalıdır”a kadar uzanan bir yelpazede yanıtlandı. Suat Derviş’in bu konudaki tutumuna değinirken, dünya feministleriyle yaptığı röportajlardan ve onların verdiği cevaplardan da bahsedeceğiz.
Nitekim Cumhuriyet’in Türk kadınına 1934’te, birçok Batı ülkesinden çok daha erken kazandırdığı seçme ve seçilme hakkı, Atatürk feminizmi damgasıyla alkışlanırken, bu hakkı elde edebilmek için mücadele veren 50-60 yıllık kadın mücadelesi, örneğin 1923’te Nezihe Muhiddin önderliğinde kurulan Türk Kadınlar Birliği ve ilk kadın partisi girişimi olan Kadınlar Halk Fırkası ve etrafında yürütülen değerli çalışmalar görmezden gelinmemelidir.
Dönemin feminist kadınları – her zaman kendilerine feminist demeseler de- Oy hakkının yanında çok eşliliğin ilgası, boşanma hakkı, kadının eğitimi, meslek sahibi olması, özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanabilmesi, sosyal ve siyasal haklara sahip bir vatandaş olarak görülmesi ve yaşayabilmesi için faaliyetler yürütmüşlerdi. 1926 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun çok eşliliği yasaklarken, erken yaşta evlilik için de yaş sınırlaması getirdi. Kadınların miras, mülkiyet, mahkemelerde tanıklık, kendi eşini seçme ve boşanma sonrası velayet hakkını tanıdı.
Yine de erkeğin evlilik birliğinin başı olması fikri ne yasalardan ne de yürürlükten kaldırılamadı. Ceza Kanunu da erkek onurunu korumayı eşitliğin önünde tuttu. Bu ikirciklilik, kadın özgürleşmesinin ilke olarak savunulmasından değil, başka çıkarlara hizmet edebileceğinin anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Zira, Cumhuriyet döneminin devlet feminizmi, demokratikleşmenin ve modernleşmenin dolaylı bir hızlandırıcısı olarak görülürken 1937 seçimleri sonucunda meclise girebilen kadın milletvekilleri “rejimin asrî Türk kadınına tanıdığı yüksek mevkii simgeleştirmeye memur edilmişlerdi” (Bora, 2017, p. 759)
Yine de Batı feminizminde olduğu gibi, “Türk feminizmi”nde de çok seslilik mevcuttu. Bu farklılıklar hem ideal kadını yaratmaya ve dayatmaya çalışan erkek feminizminin söylemlerinde, hem de kendi hakları için mücadele eden kadınların dillerinde karşımıza çıkmaktadır.
“Kadın” kelimesinin bugün bile kaba sayılması, Osmanlı döneminden miras alınan bir alışkanlıktır. Nitekim geç Osmanlı’da feminizm tartışmalarında seslerini duyurabilen ilk kadınlar hem zevcelik hem analık hem aşçılık hem terzilik yapmak istemeyen ve bu işleri hizmetçilere devretmeyi tercih eden geç Osmanlı hanımlarıydı (Bora, 2017, p. 743)İş bölümünün kendilerine düşen en önemli kısmını, yani anneliği layığıyla yerine getirebilmek için iyi eğitim almış olmaları gerekiyordu. Şair Nigâr Hanım’ın “hanenin müdiresi olma” isteği bu görüşün önemli bir ifadesidir.
Bu iyi eş, iyi anne kadın idealinin içselleştirilmesini sağlayan ahlak bekçisi erkek bakışı, batılılaşmanın kadını özgürleştirirken fuhşa meyyal hale getirmemesi gerektiği konusunda toplumu uyarmayı kendine görev edinmişti. Aşırı batılılaşma hem muhafazakârlar hem de İslam’ın modernist yorumunu savunan reformcular için zararlı olacak, özgür kadın figürünü İslam’ın kökenlerine dönerek oluşturmayı hedefleyen erkek feministlerin yanında “İslam kadını” üzerinde düşünen Fatma Aliye gibi önemli kadın yazarları da rahatsız edecektir. Gerçekten de Fatma Aliye için “kadınlık mefkuresi”, İslamiyet’in kadına verdiği hakların unutulmasından dolayı sorunlu bir hal almıştır ve “aşkını kocasına saklamak” değerlidir. (Karaca, 2013)
İffete atfedilen önem ve kadını evlilik ve annelik üzerinden tanımlamak, yalnızca İslami modernleşmeyi savunanlar için geçerli değildi. Kemalist sosyalizasyon da kadınların kendi cinselliklerini denetlemeyi öğrenmelerini, bunu yaparken erkekleri de eğitmelerini gerektirmiştir. Bilgili ana, tutumlu ev kadını hem çocuklarının hem de gelecek vatandaşların eğiticisi Cumhuriyet kadını kendisini -saç toplayışından giydiği kıyafetlere kadar- öğretmen kadını figüründe somutlar. Basitçe erkekleşmemiştir, ama maternalist, otoriter, anaç ve koruyucudur. Bu anlamda, kamusal alanda cinsiyetsizleşmesi, alaturkalaşmadan daha iyi bir eş ve anne, kısacası Cumhuriyet bireyi olmayı öğrenmesi gerekmektedir.
Yurttaşlığın ve bireyliğin annelik üzerinden tanımlanması, erken dönem cumhuriyet feminizminin önemli bir eksenidir ve ne Türkiye’ye ne de Birinci Dalga hareketlerine özgüdür. Antoinette Fouque ya da onun ekolünden ilerleyen Julia Kristeva örneklerinde gördüğümüz gibi, öznelliğin oluşumunda anneliğe ilişkin olanın anlamı ve önemi günümüz feminizminde de tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
Anneliğin kadınlık kavramını doğallaştırıcı etkisi, bu kavrama patriyarkapitalizm tarafından yüklenen davranış kodlarının da içselleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yüceleştirilen annelik kurumunun propagandası, emek gücünün yeniden üretiminin kadınlar tarafından garantilendiği hanelerin en küçük kapitalizm merkezleri haline gelmesine sebep olmuştur. Yüceliği toplumsal olarak tescillenen bu mevkiinin ayrıcalıklarından vazgeçmeden güçlenmeyi hedefleyen birinci dalga feministleri de çareyi kendilerini hem iş hem ev kadını olarak ikiye çarpmakta bulmuştur. Nezihe Muhiddin gibi önemli bir politik figürün bile “evvela analık sonra da aile kadını vazifeleri” demesi (Bora, 2017, p. 755), kadınlar ve erkekler arasında farklılığa dayalı bir eşitliği benimsediğini gösterir ki zaten Fransız pozitivizmiyle temellendirdiği biyolojik ve fizyolojik farklar (Erkmen Güngördü, 2019, p. 1497), differentialiste feminizmin kuramsallaştıracağı cinsiyet farkı ilkesini savunduğunu gösterir.
Nezihe Muhiddin yalnız değildir. Geç Osmanlı-erken dönem Cumhuriyet feminizmi, hem ideal kadının nasıl olması gerektiği konusunda listeler yayımlayan erkeklerce1, hem de kamusal alanda hak ettikleri yeri almak için mücadele eden kadınlarca, annelik ve farklılıkla tanımlanmıştır. Suat Derviş de bu konuda istisna değildir.
3.Suat Derviş (1901-1972)
Tanınmış bir doktor ve Paris’te eğitim görmüş bir Jön Türk olan bir baba ve birçok yabancı dil bilen ve romancılığı hayatını çocuklarına adamak için bırakmış bir annenin kızıdır. Çocukluğunu yalılarda geçirmiş ve evde ablası Hamiyet ile evde özel eğitim görmüştür. 1932 yılında babasının ölümü ve çeşitli talihsizliklerle sınıfsal konumu değişen aileyi geçindirme görevini üstlenmiştir. Ekonomik açıdan çok rahat geçen bir çocukluğun ardından hayatı, mesela 1954 yılına gelindiğinde aile dostu Nazım Hikmet’e yazdığı bir mektubunda “her ayın yarısından sonra açız” diyecek kadar zorlaşmıştı.
Saadet Zihni mahlasıyla henüz 18 yaşındayken yazdığı ve İleri gazetesinde yayımlanan ilk yazısından itibaren, Suat Derviş geçimini gazetecilik ve romancılıkla kazanır. Başlığı Anadolu Kadınlarımız olan bu ilk yazıda kadınların sorunlarına değinmeye başlamıştır bile. Sonrasında yazdığı onlarca romanın her biri yine kadın karakterlerin sorunlarını işler. Yine de feminizm onun için (Nezihe Muhiddin’in aksine) siyasi bir tavır olmaktan uzaktır.
“Ümit edelim ki, Türk kadınlığı önüne yeni yeni açılan bu meslek yollarında o yollara girinceye kadar gösterdiği cesaret, sebat ve vakarla ilerleyecektir (…) O yolda en kıymetli meziyetlerini, kadınlıklarını ve kadınlıklarının güzelliğini, füsununu, şöhretini ispat etmeğe ve erkekleşmemeye gayret etmelidirler.”
Yine aynı yazıda şunları da okuyoruz :
“(…) Ben öyle bir cemiyet istiyordum ki, cemiyet iki kısımdan teşkil etsin ve bu cemiyetin kadını kadın, erkeği erkek kalsın ve o cemiyetin kadını ve erkeği müttehiden kendi yolunda cemiyete, beşeriyete ve medeniyete hizmet etsin.” 1922 yılında İkdam’da yayınlanan bu yazı, Suat Derviş’in, kadınların gerekirse askerlik de yapabileceğini savunan Kadınlar Halk Fırkasına neden üye olmadığını, yine Nezihe Muhiddin önderliğinde önce Kadın Yolu, sonra Türk Kadın Yolu isimleriyle çıkan dergilere neden hiç yazı vermediğini açıklar niteliktedir.
1935 yılında Uluslararası Kadınlar Birliği 12. Kongresini, seçme ve seçilme hakkını elde eden kadınların ülkesinde, İstanbul’da yapma kararı aldı. Dünyanın birçok ülkesinden feminist kadınların katıldığı kadın ve barış temalarını işleyen bu kongrede Suat Derviş de Türk Kadınlar Birliği üyesi olarak değilse de gazeteci olarak katıldı. Feministlere askerlik, çocuk aldırma, genç kızların yetiştirilmesi gibi konularda sorular yöneltti. Suat Derviş’in askerlik ve savaş konusundaki kendi yanıtı 1936’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Kadın ve Harb” başlıklı yazısında şu şekilde okunabilir:
“Ben de kadınım. Tam manasile kadınım. Ve kadın olduğum için hayatta bir kere asker olmak isteğini kendimde bulmadım (…) Kadının vazifesi sulhta çalışmak, eğer elinden bir şey gelirse sulh için çalışmaktır (…) Çünkü sulhu korumak gayesile ölmek, içtimai fonksiyonu ne olursa olsun insani hüviyeti bir anne, bir kız kardeş, bir kız ve bir maşuka olan kadına en yakışan ölümdür” 2
Kadınların savaşa katılmaması gerekliliği, her şeyden önce anne, kız kardeş olmalarından ibaret gibi görünse de savaş karşıtlığı tüm insanlığı içerecek şekildedir. Zira Mustafa Kemal’in ilkelerine bağlı bir milliyetçi olan Nezihe Muhiddin’in aksine, Suat Derviş’in kavgası Cumhuriyet kadınını yaratmak değil, toplumu topyekûn değiştirme yolunda bireyin ve tabi kadının alması gereken sorumluluklar ve sahip olduğu imkanlardır. Bu değişim ise komünizme giden yoldadır.
1936 yılında “çalışan kadınların hem cinsî hem de işçi olarak istismar edildiğini” (Bora, 2017, p. 767) yazan Sabiha Sertel ve eşinin çıkardığı “Rusçu” Tan gazetesinde yazmaya başlar. Bir Genç Kız Anlatıyor, İşçi Kadını Kurtaracak Çare Nedir? gibi başlıklar taşıyan yazılarında sınıf mücadelesini kadın sorunlarından ayrı tutmadığını gösteren yazılar kaleme alır. 1937 yılında gazeteci olarak gittiği Sovyetler Birliğinden yalnızca etkilenmiş değil, aynı zamanda çok şey öğrenmiş olarak döner. Aynı yıl Türk edebiyatının ilk toplumcu gerçekçi romanlarından biri olarak kabul edilen Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır yayınlanır, ki zaten, Sehriban Kaya’nın da belirttiği gibi, Suat Derviş’in roman karakterlerini genellikle” toplumsal cinsiyet konumu ile işgal ettikleri sınıf konumunu birleştirdiği kadın karakterler oluşturur (Kaya, 2018)”.
İkinci Paylaşım Savaşı başladığında, Türkiye Komünist Partisi’nin paravan yayın organı Suat Derviş ve Neriman Hikmet’in kurduğu Yeni Edebiyat dergisi olur. SSCB’den dönüşünden beri yazdığı yazılardan dolayı kıpkızıl komünist olarak mimlenen Suat Derviş, 1944 yılında artık iki kere ziyaret ettiği Sovyetler Propagandası yapmaktan çekinmez ve “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” başlıklı bir kitapçık kaleme alır.
1944 TKP tutuklamaları ortamında eşi dönemin parti sekreteri Reşat Fuat Baraner’le beraber gözaltına alınır3. Baraner tutuklanırken Suat Derviş Fransa’ya yerleşir. 1961’de ülkeye döndükten sonra parti işleri yeni nesil yoldaşlarına devredilmişse de, Baraner’in vefatından sonra bile ihtiyaç duyanları evinde saklamaya devam eder. 1970’te yine Neriman Hikmet’le beraber Devrimci Kadınlar Derneği’ni kurmuştur.
Sonuç
Feminist ve Komünist mücadeleler arasındaki kavga yeni değildir. Beriki ötekini sınıf mücadelesini bölen burjuva hareketi olarak yaftalarken, öteki berikini cinsiyet körlüğüne dayalı indirgemecilikle suçlamıştır. Yine de bu iki ideoloji kendi içlerinde homojen değildir ve sistem analizleri ortaklaştırılabilir.
Kendisine feminist demeyen, döneminin feminist mücadelesine aktif olarak katılmayan Suat Derviş’in feminizmi sorgulanırken, kadınların sorunlarını söze döktüğü bunca röportaj, gazete yazısı ve roman değildir görmezden gelinen, ideolojik çatışma içerisinde bulunan feminist-komünist mücadeleler arasında seçtiği tarafın kıpkızıl belli olmasındadır.
Yine de dönemin feministleri, Suat Derviş de dahil, kadınlığı annelik üzerinden tanımlarken aslında yeni yeni yeşermekte olan feminist bilincin eksikliğini işaret ediyordu. Ulus-devlet modernleşmesinin sembolik aracı haline gelen kadınlar, Kandiyoti’nin deyişiyle “kurtarılmış ama özgürleşememiş” kadınlardı. Tüm kadınlarla beraber toplumu da özgürleştirmeyi amaçlayan ve bu doğrultuda sınıf mücadelesi penceresini önceleyen Suat Derviş, bu anlamda feminist mücadeleyi komünist tahayyüle içkinleştirmiştir demek yanlış olmayacaktır.
Sonuç olarak, Patriyarkapitalizmi daha geniş ve çok yönlü bir incelemeye tabi tutmak, hem günümüz feminizmini kimlik aktivizmi bataklığından kurtarmak hem de devrimci hareketi heteronormatif yaklaşımlar konusunda özeleştirisini vermeye davet etmek açısından önem teşkil eder.
1 İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 1937 yılında Yeni Adam dergisinde yayımlanan ve kadınların aile içindeki görev ve sorumluluklarını listeleyen 12 maddelik yazı bu görüşün bir örneğidir.
2 Suat Deviş, Cumhuriyet, 30-03-1936
3 Bir TKP toplantısında kendisini Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak tanıtanlara karşı hızla ayağa kalkmış ve “ Hayır, Ben yazar Suat Derviş’im. Reşat Fuat Baraner’in eşi olmaktan da ayrıca gurur duyarım” demiştir.
Kaynakça
Behmoaras, L. (2017). SuatDerviş, Efsane Bir Kadın ve Dönemi . Doğan Kitap.
Bonnet, M-J.(2018). Mon MLF, Albin Michel
Bora, T. (2017). Cereyanlar, Türkiye’de Siyasi İdeolojiler. İletişim.
Erkmen Güngördü, S. (2019). Nezihe Muhiddin ve Mekuresi. Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi Dergisi, 54(3), 1496-1510.
Karaca, Ş. (2013). Fatma Aliye ve Emine Semiye’nin Kadının Toplumsal Kimliğinin Kazandırılmasında Öncü Fikirleri. The Journal of Academic Social Science Studies, Volume 6(2), 1481-1499.
Kaya, Ş. (2018). Suat Derviş’in Romanlarında Kadın Karakterler. Folklör/Edebiyat, 24(96).
Özdemir, E. (2016). Türkiye Feminist Hareket/Örgütlenme Tarihi. F. Saygılıgil içinde, Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları (s. 291-323). dipnot.
Tuğ, B. (2016). Tarih ve Toplumsal Cinsiyet. F. Saygılıgil içinde, Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları (s. 33-49). dipnot.
Cumhuriyet Gazetesi Arşivleri
– Dünya Feministleriyle Görüşmeler 13.04.1935 & 16.04.1935
– Dünya Kadınları Neler İstiyorlar? 22.04.1935
– Çocuk Bayramında İstanbul Sokakları 24.04.1935
– Gülmiyen Kadın 26.04.1935
– En Büyük Sevgi 10.07.1935
– Tosun 23.08.1935
– Sevgi mi İtiyat mı? 28.10.1935
– Kadın ve Harb 30.03.1936
Tan Gazetesi Arşivleri
– Odesa Yakında : Sovyetler 04.06.1937
– İstanbul, Moskova, Tahran Seyahat Notları 19.06.1937
TÜSTAV arşivi
– 1944, Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?
– Zihni Turgay Anadol, «Fransa’da yayınlanan ilk Türk romanı Ankara Mahpusu’nun yazarı Suat Derviş ile konuşma», Gerçekler Postası, 1967, n.11&12