Bir sanat ekolü olarak yaşamak – Bedri Yılmaz
Sanat sözlük tanımı ile; Bir duygunun, tasarımın, güzelliğin ve imgeler dünyasının Dışavurumunda, anlatımında kullanılan yöntemlerin tümüdür. Bugün sınırları egemenler tarafından çizilmiş bu coğrafyada yaşamaya çalışan gençler olarak rahatça söyleyebiliriz ki sanat ile yollarımız bir yerde kesişiyor.
Bu kesişim asıl olarak sanatın tanımı ile yaşamanın tanımında -yani böyle bir tanım varsa- oluşan ortaklıklar üzerinden gelişmekte. Duygularımız ve gelecek tasarımlarımızın bir biçimi ile dışavurumunu gerçekleştirmekte zorlanıyor ve yöntemini bulamıyoruz. Bu yüzden umudumuz düşleme haline sıkışıyor ve bir ‘düşler birliği’ olarak kendini var ediyor. Hislerimizi nasıl yaşayacağımızdan, ev içi yaşamımıza kadar bir şekilde elini sürmekten geri durmayan birileri var. Evet birileri diyoruz çünkü onların yani devletin nesneleştirdiği maşaları yani polisliğini yapanlar yalnızca onların temsiliyetini yüklenmiştir.
Bu birileri bazen çok soyut bazen ise çok somut olarak kendisini görünür kılıyor. Bir gün sokakta yürürken hiç tanımadığımız gözleri üzerimizde hissediyoruz, bir gün ise o gözlerin aslen insansız sokaklarda da üzerimizde olduğunu fark ediyoruz. Evlerimizde artık nasıl yaşayacağımıza hiç çekinmeden kendi ahlak yapısını dayatarak karışan bir çok göz yeniden beliriyor, bir fark var, artık göz değil eller halini alıyorlar. Eller kendini yetersiz hissedince ‘Bir elin nesi, iki elin sesi var’ diyerek maşalara sarılıyor. Maşalar durmuyor evlerimize kadar giriyorlar. Yani onların temsil hakkı toplumca üstlenilmiş oluyor. En saf duygularımızı bile ne anlatmamıza ne yaşamamıza izin vermiyorlar. Derken yaşamaya ve anlatmaya bir engel daha çıkıyor ki sormayın. Maddiyat! Bu kelimeyi ‘Evreka!’ vari bir tonlama ile okumanızı öneririz. Çünkü hepimiz için yeterince gerçek bir sorun değilmiş gibi yeniden yeniden dile getirmek yalnızca öfkelendiriyor, biliyoruz.
Şimdi sırada iş bulmak var ki bu birileri aynı zamanda biz gençlerden asla bizim olmayan aksine patronların ve devlet erkanının olan bu ülkeye sunacağımız ‘katkıları’ düşünürken ellerini ovuşturmaya başlamışlardır bile. Bir çok ‘hayal’ ile koşarak vardığımız üniversiteleri nitelikli iş gücü yaratma fabrikası olarak düşünelim. Bu düşünüşle bile neden okurken çalışmak zorunda kaldığımızı anlamak zor ama olsun, iş yoksa aş yok diyelim ve kabul ederek geçelim “Mi?”…
Yani diyeceğimiz o ki iş bulmak gerekiyor ve varsayıyoruz ki Metropoldesiniz. Kalabalık şehirlerde bulacağınız en kolay iş de hizmet sektörüne dahil diyelim, başkaca hiçbir meslek grubunda bulunmadığımızdan değil. Günde binlere ‘hizmet’ ediyorsunuz. Müşteri azarı, o azarı yemenizi söyleyen patronunuz ve onun azarı, patronun azarını yemen gerektiğini sana vurgulayıp başka türlü yaşayamayacağını sana öğütleyen patron yarısı çalışma arkadaşın… Eğitim döneminizde de var on tane dersiniz… Şimdiden boğuldunuz değil mi? Kira, fatura, yemek, ulaşım ücretlerini saymıyoruz. O çok hevesle gittiğimiz okullarımız bu cümleleri okurken bile kursağımızda kalmıştır.
Bitti mi? Okuldan başarı bekleyen birileri yalnızca ‘o’ birileri değil tabi ki. Kendi kuralları ile kendi yağında kavrulan birileri yani aileniz ise sizi kendi kurtuluşları olarak görmekteler. Bir genç baskıyı ancak bu kadar çok alanda hissedebilirdi. Elden ne gelir? herkesi bir şekilde memnun etmeye çalışıp boynumuzu büktüğümüzde ise karşımızda başka bir gerçek kendini hatırlatıyor. İnsan olmak ve insan olarak yaşamayı istemek. Şimdi yandık, bu kadar yükten kurtulmak istediğimiz anda bütün o birileri sertçe karşımızda dikiliyor. Hiçbir şekilde istediğimiz hayatı yaşayamayacağımızı kavrayıp mecbur kaldığımız yaşamın içinde kendimizi ferahlatacak alanlar açmaya niyetleniyoruz. Yani bu çaresiz düşünme ve yaşama biçimine mecbur bırakılıyoruz. İşte bu andan itibaren insanlık dışı olan yaşamı öğütlemelerine ve dayatmalarına açık hale geliyoruz. Hepimiz farkındayız ki bu dayatmayı kabul edersek bir daha genç kalarak yaşayamayacağız.
Bu iç karartıcı tablodan sonra yaşama sanatının temsilcisi olan biz gençlerin sanata yeniden yaklaşması şart hale geliyor. Özgürleşmekten bahsediyoruz. Bütün bu birilerinden şimdi değilse ileride kurtulmamız için onların biricik baskı araçlarına karşı ayaklanmamız ve başarmamız için bencil olmamamız gerekiyor. İçimizi yakan bu tabloyu bütün gençler sürekli yaşamaktalar.
Yaşamlarımızdan örneklerle buraya kadar çizmeye çalıştığımız tabloyu bir de çizemeyen gençler var. Basit bir soru. Bu coğrafyada yarın çıkacak bir savaşta kim için savaşırdınız? Açıkçası bu toplumsal bunalım halinin içinde buna cevap bulmak zor biliyoruz. Özgürlük kavramının içini ne kadar boşaltmaya çalışsalar da vereceğimiz cevap özgürlük için savaşmaktır. Bugün içinde yaşadığımız coğrafyada yaşayan bir çok göçmenin geleceksizliği bizim geleceksiz halimizle ortaktır. Ki ülkesinde profesyonel futbolcu olan Festus Okey Beyoğlu Karakolunda öldürülülürken bu coğrafyanın başkaca karakollarında ve karakola çevrilmiş sokaklarında çokça genç de öldürülüyordu. Örneklerimiz saymakla bitmez tabi ama birkaç örnek daha vermeye çalışalım. Daha fazla para kazanmak adına “güçlü” genç bedenlerimizi iki kuruş ücrete mahkum eden patronlar aynı nedenlerle göçmen kardeşlerimizden çokça yararlanıyorlar. Ve göçmen kardeşlerimiz ‘bizden değilsin’ safsatası ile cinayete kurban gidiyor. Göçmenlere bu coğrafyada da siyasal nedenlerle ölüm dışında bir seçenek kalmıyor. Yaşayabilmek için bu coğrafyadan merkez Avrupa’ya kaçak yollarla geçmek isterken sulara yenilen ve sahile vuran cesetlerinden tanıdığımız onca genç var. Yani adalet ‘Var mı?, Yok mu?’ üzerine yıllarca tartışacağımız bir mesele değildir. Bütün dünya halklarının ertelenemez ve en acil ihtiyacıdır demeliyiz!
Bir konuyu da geçmek olmaz. Yolumuz mahallelerimizdeki kuytu köşelere düştüğünde geleceği doğduğu an çalınan bir çok genç ile karşılaşıyoruz. Bu gençlerin ‘diğer’ gençlerden hiç bir farkı yoktur. Bu gençler toplumsal ilişkilerin yozlaşması için uygulanan bilinçli bir devlet politikasının yani çeteleşme politikasının göbeğinde doğdular. Doğduğu kerpiç ev, metruk bina, kirası ödenemeyen o evler, bir sofrada bazı akşamlar pişmeyen o yemek devletin politikasıdır. Biz gençlerin bir kesimine aynı devlet kariyerizm ile bir gelecek simülasyonu sunarken bir kesimine ise vahşet dolu bir geleceği fütursuzca bahşediyor. Aile içi sıkıntılar sınıfsal mıdır? Bu sorunun cevabını vermek için bu konu üzerine çokça okumak ve yazmak gerekmez. Sınıfsal varlığının aynasında yansıyan gerçeklik üzerinden şunu söyleyebiliriz. Varoşlarda yaşanan ‘gelecek sanrısı’ çeteler için iyi bir genç rezervi oluşturuyor. Bu çeteler gençler için aileleşiyor ve gençleri kişiliksizleştiriyorlar. “Varlığım çetemin tuttuğu torbaya armağan olsun!”
Oldukça zor bir yaşam bizleri beklerken sanatı yeniden hatırlatmak en verimli seçenek olacaktır ve tabi ki bir sanat ekolü olarak yaşamayı…
Yollarımız ayrı düşmemelidir! İstediğimiz yaşamı gerçekleştirmemizin tek koşulu yaşamı birlikte inşa etmekten geçiyor ya da başka bir ifade ile yaşamı birlikte anlamlandırmaktan. Tabi ki öznelliğimizi unutmadan. Her birimizin birlikte yaşamı örgütlemeye dair özgün çabası, onlara ve hissettirdikleri buhran haline karşı bizleri güçlü kılacak tek şeydir. Çok bulanık geliyorsa basitleştirelim. Baş kaldırmalıyız! Hiç istemedikleri bir şeyi yaparak: Yaşayarak! Hem de onların öğütlediği sahte değerlerin üzerine inatla basarak. Kendi değerlerimizi yaratırken özne olarak ve özgün olarak, dayanışarak ve kardeşleşerek. ‘Küçük insanların’ birlikte yaratacağı en büyük sanat eserinin yani toplumsal devrimin ilk adımında buluşarak, geleceğimizi çalanlardan geleceğimizi geri alarak.
Biz gençler için ‘yaşlanan’ insanlığa çalınan gençliğini geri vermek boynumuzun borcudur. Yaşamak için hep bir fırsatımız oldu ve gene var. Bunu başarmak için ayaklanmak ve kendi alanlarımızı oluşturmak zorundayız.
Bu alanlar; bize dayatılan kültürün karşısında konumlanan kendi kültürümüzü inşa etme mücadelemizdir. Bu ‘yaşlı devlet’ dünyayı kendi aynası zannetmektedir. Dünya aynasında yansıyan her sureti kendisi gibi yaşlı ve tükenmiş olarak görmek istiyor. Bizim aynada yansıyan genç suretlerimiz bu devlete yaklaşan ölümünü hatırlatıyor. Bizlere olan tahammülsüzlüğü ve öfkesi bundandır. Bizi her gün işsizlikle, geleceksizlikle nişangahına koyarak ölüme mahkum ediyor. Biz de bu devlete karşı savaşmak için araçlarımızı oluşturmak zorundayız. Dayanışmanın tüm ezilenlerin biricik silahı olduğunu unutmayacağız. Toplumsallaşmış mevcut üretim ve tüketim mekanizmalarına karşı en etkili silah olarak dayanışmayı kullanacağız. ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!’ ilkesine sadık bir şekilde hayatı yeniden örgütleyeceğiz .
Özgünce ve özgürce, fikirlerimizin sokağa yansıdığı, sokaklarda kalmadığı bütün ülkeyi kuşattığı güne biz ezilenleri taşıyacak olan kendi emeğimizdir. Sistem içi yaşamın bize vadettiği ‘özgürlük’ algısı tamamen safsatadır. “Sermaye emeğin örgütlenmiş halidir. Emek kapitalizmden başka bir biçimde toplumun özgürleşmesi içinde örgütlenebilir”. Bizler, birkaç patronun ve devlet erkanının kasasını doldurmaya değil toplumun özgürleşmesi için çalışacağımız, üreteceğimiz güne ulaşmak için emek vermeliyiz. Bu emek, düşmanımız olan kapitalizme karşı soluksuz mücadeledir. Mücadele etmek özgürleşmektir ve özgürleştirmektir. Her yoldaşımız kendini ve çevresini özgürleştirirken onu saracak duygular mutluluk ve inançtır. Burada mutluluktan kasıt asla düzen içi ilişkilerde statü yakalamak değildir. Bizler uğrunda yaşamayı çok sevdiğimiz bu dünya toprağının her köşesindeki adalet arzusu için mücadele etmekten keyif alırız. İnançtan kasıt ise devrim gününü görme inancı değildir, hiç birimiz yarın bir anda devrim olacak sanrısı ile yaşayamayız. Devrim bir günde tepeden inmeyecek, başkaldırmalıyız ve kaçınılmaz olan savaşa hazırlıklı olmanın getirdiği güvenin, yarattığımız değerlerin inancına yaslanarak bu sanrıyı aşmalıyız. ‘Fikirlerimizi hemen gerçekleştiremeyecek olmak umurumuzda değil!’ (P. Kropotkin) çünkü devrimcilik tohum ekmek ve o tohumu yeşertmek için mücadele etmektir.
Haydi yapalım!